Üçüncü Hikâye
İkinci Bölüm
Ablama Şifa Ararken
Ablam 3 ay kaldı hastanede. Ablam ne görebiliyordu ne de duyabiliyordu. Abimin öldüğünden haberi yoktu. Biz abimi toprağa verdik, ablamın hiçbir şeyden haberi yoktu. Hastanede kaldığı birinci ayın sonunda artık bizlere “kardeşim beni ziyarete neden gelmiyor” diye sormaya başlamıştı. Doktorlar ablamı ziyarete gittiğimizde siyah elbise giymemizi yasaklamıştı. “Kızınız erkek kardeşinin öldüğünü öğrenirse anında o da ölür” demişti. Ablamın altı aylık bebeği ve küçük bir oğlu vardı. Ablam hastanedeyken onlara biz bakıyorduk evde. Ah… Ah… Çok kötü günlerdi o günler. Doktorlar ablam için hiçbir çare olmadığını, onun için artık hiçbir şey yapamayacaklarını söylemişlerdi. Bunun üzerine babam, “bu derdi bize Tanrı verdi, çaresi de Tanrıdır. Kızımı evimize götüreceğim” diyerek çıkardı hastaneden. Kilisede aramaya başladık çareyi. Annem komşusu beş altı kadınla birlikte ablamı bir manastıra götürdü. Bu manastırda çeşitli mucizeler gerçekleşmişti ve belki ablamda burada iyileşecekti. Ablam ne yemek yiyordu ne de su içiyordu. Çay kaşığı ile zorla su içiriyorduk. Yıldırım çarpması vücudunda sürekli bir hasar bırakmıştı. Ellerini kontrolsüz ama güçlü bir şekilde sürekli gövdesine vuruyordu. Gece atlarla gitmişlerdi manastıra. Dualar etmişler gider gitmez. Ablam ilk o manastırda sakin bir şekilde uyuyabilmiş. Agios Minas’tı bu manastırın adı. Bu kez annem uykusundan bağırarak uyanmış. Kadınlar telaş içinde yaklaşmışlar ne oldu diye. Annem, “biri yüzüme sert bir şamar attı” demiş. Kadınlar “korkma, bu Kutsal Minas’tı. Bu iyiye işarettir” demişler. Aradan en fazla yarım saat geçtikten sonra ablam uyanmış ve “acıktım” demiş. O zamana kadar ablam kendiliğinden hiç yemek istemez ve yemezmiş. Hemen yemek yedirmişler. Eve döndükten sonra daha başka manastırlara da götürdüler ablamı. Bir gün babama yaşlı bir papazdan bahsetmişler. Bu papaz çok okumuş biriymiş ve özellikle yıldırım çarpması konusunda çok bilgiliymiş. Ablama içirilmek üzere kutsal su gibi bir sıvı hazırlamış. Babam bir taksi tuttu, annem ve ablamla birlikte bu papazın yanına gittiler. Papaz hazırladığı bu kutsal suyu anne ve babama teslim etti, bu sıvı ile her gün güneş doğmadan ablamın vücudunu silmelerini söyledi. “Bunu iki gün art arda yapacaksınız. Kızınızın üçüncü gün geldiğinde çok canı yanacak. Sanacaksınız ki kızınız o an ölecek. Korkmayın! Ölmeyecek. Üçüncü günden sonra iyileşecek” demiş. Gerçekten de aynen papazın dediği gibi oldu. Üçüncü günden sonra ablamın durumu çok daha düzelmişti. Annem ve babam daha birçok başka kiliselere de götürdü ablamı. Durumu daha da düzeldi. Ama ablam hiçbir zaman tekrar eski sağlığına kavuşamadı. Eski gücü yoktu artık ve mutsuzdu. Ardından babam ağır bir hastalığa yakalandı. Annem o dönem altı ay boyunca geceleri uyanır, zehir bulsa içip intihar etmek isterdi. Morali çok bozuktu, kendinde değildi. Psikolojisi alt üst olmuştu. Kendini dışarılara vurur, abimin mezarına gidererek sakinleşmeye çalışırdı. Teyzem gelirdi bize hep. Anneme göz kulak olurdu. Annem zehir içip kendini öldürmesin diye gece gündüz gözünü üstünden ayırmazdı. Çok zor günlerdi o günler. Kuzenim Almanya’da yaşıyordu o zamanlar. Abimin cenazesine gelmişti köye. Babama, “Sofia’yı Almanya’ya götüreyim” dedi. Çünkü biz ailece yıkılmıştık. Artık aileden hiç kimse tütün işiyle ilgilenemiyordu. O yıl diktiğimiz tütünü zar zor toplayabildik babamla. Ertesi yıl ben Almanya’ya geldim. Babam beni Almanya’ya göndermek istemiyordu…
Ablama şifa aramak için götürdüğümüz manastırlardan birinde beni Kavala’lı genç bir erkek görmüş ve çok beğenmiş. Ablamla oturuyorduk, yanımıza bir kadın geldi ve neden siyah elbise giydiğimizi sordu. O kadını Kavala’lı genç adamın gönderdiğini bilmiyordum. Kadına durumu anlattım. Abimin yakın bir dönem içinde öldüğünü, ablamın hasta olduğunu söyledim. Hangi köyden geldiğimizi de öğrenen kadın daha fazla bir şey söylemeden yanımızdan ayrıldı. Genç adamın yanına giderek, “sana fazla bir şey söyleyemem. Ama şu var ki, bu genç kız çok acı çekiyor. Abisi ölmüş çok genç yaşta. Ablası hasta. Ailecek çok acı çekiyorlar” demiş. Bu genç adam eve döndüğünde ailesi ile konuşmuş ve beni çok beğendiğini söylemiş. Gencin anne ve babası bizim köye gelmişler ve yakın zamanda yıldırım düşmesi sonucu ölen gencin ailesinin evinin yerini sormuşlar. Köylüler gencin anne ve babasını bizim eve getirdiler. Babama “senin kızını oğlumuz görmüş manastırda ve kızınla evlenmek istiyor. Ne dersin?” diye sordular. Babam, “ben size bir şey diyemem. Sofia benim evimin direği. Beni bırakıp gitmez. Ben yine de bir konuşurum” demiş. Gencin anne ve babası vedalaşarak döndüler. Bir süre sonra bir daha geldiler. Ve üçüncü gelmelerinde babam onlara “oğlunuz askerliğini yapıyor. Askerliğini yapsın bitirsin önce. Ondan sonra evlenebilirler. Ama bir şartla; oğlunuz kızımla bizim evde yaşayacak bizimle birlikte.” Bu şartı kabul ettiler sevinerek. Abimin öldüğü günden beri benim için evlilik, aşk ve sevgi anlamını yitirmişti. Kavalalı genç yakışıklı ve iyi bir gençti. Ama ben evlenmek istemiyordum. Babam beni Almanya’ya göndermek istemiyordu. O sıralar yirmi bir yaşından küçüktüm ve Almanya’ya yalnız gidebilmek için babamın bir belgeyi imzalaması gerekliydi. Bu belge olmadan gidemezdim. Babam beni Almanya’ya göndermek istemiyordu “ya evlenir burada kalırsın ya da evlenmeden yanımızda kalırsın” demişti. Kavalalı genç her şartı kabul etmiş, benimle evlenecek ve babamların evinde kalacaktı. Ben abime sima olarak çok benziyordum. Abimle çok özel, candan bir ilişkimiz vardı. Çok severdik birbirimizi. Babam “kızım, sen artık benim hem oğlumsun hem de kızımsın. Sana her baktığımda oğlumu da görüyorum sende. Bırakamam seni…” demişti bana. Karar vermem gerekiyordu. Aslında ben kararımı vermiş, Almanya’ya gidecektim. Evlenemezdim. Annem yetişti yardımıma. “Kızım, yok evlenmem, yapmam, etmem deme babana! Oğlan daha askerde. Tamam evlenirim de. ‘Oğlan askerden gelene kadar izin ver Almanya’ya bir gidip geleyim’ de babana. Aksi taktirde baban kesinlikle Almanya’ya gitmene izin vermez” dedi bana. Öyle de yaptım. 1965’te, yirmi yaşında Almanya’ya geldim. Çok zordu. Babam çok üzülüyordu. O zamanlar telefonla iletişim kurma imkânımız yoktu. Babamla sürekli mektuplaşıyorduk. Bütün gün ağlıyordum. Çok özlüyordum onları. Abim ölmüştü ve ben de ayrılıştım yanlarından. Artık babam Almanya’da yaşamamı kabullenmişti. Mektuplarımda geri döneceğimi yazıyordum. Babam, “dönme kal orada. Belki biz geliriz yanına. Sabret kızım” diyordu. Kavalalı genç üç yıl boyunca bekledi. Çok iyi bir insandı. Ama ben o zamanlar ne o gençle ne de başka biriyle evlenebilirdim. Abimin ölümü hayattan tat almayı, mutlu olmayı unutturmuştu bana. Ben Almanya’ya geldikten sonra küçük kız kardeşim de geldi yanıma. Ardından ablam geldi. Ablam daha yeni gelmişti. Ablam geldikten üç ay sonra eniştemle birlikte bir araba kazası geçirdi ve kalçası ağır hasar gördü. Ablam o kazadan sonra sakat kaldı. Şimdi seksen dört yaşında ve bugün halen koltuk değneği olmadan yürüyemiyor. Küçük kız kardeşim de evlendi. Almanya’da yaşadı ailesi ile birlikte. Daha sonra kocası ile birlikte Yunanistan’a temelli döndüler. Çocukları halen Almanya’da yaşar.
Almanya’ya geldikten sonra çalışmaya başladım. Harmoninin arkasındaki “Radgeber” Firmasında çalışıyordum. Çok çalışıyordum. Aldığım ücret çok düşüktü. 300 Mark ile hem kira ve hem de mutfak masraflarını karşılamak ve yaşamak zorundaydım. Gelirim yeterli olmadığından, ek bir işte çalışıyordum. Kendi işimden çıktıktan sonra, “Neckarini” adlı konserve yapılan bir firmada çalışıyordum. Annemi ve babamı yanıma getirtmek istiyordum. Bunun için iş yeri ile bir anlaşma yapmıştım ve saat ücreti 1 Marktan 900 saat çalışacaktım. 900 Markı biriktirdikten sonra onları yanıma getirebildim. Ben geldikten beş altı ay sonra annem geldi yanıma. Daha sonra da babam 1966’da geldi. Yanımıza geldiğinde babam çok mutluydu. Yine hep beraberdik artık. Çalışmaya başlamıştı. Annemle sadece beş ay ayrı kalmıştık. Bunun dışında doğumumdan annemin ölümüne kadar hep beraber yaşadık annemle.
Babam Almanya’ya geldiğinde hastaydı. Yunanistan’da doktorlara gitmişti, ama bir teşhis koyulmamıştı. Geldikten üç ay sonra sancıları daha da çoğalmıştı ve babam midesinden ameliyat oldu. Doktorlara “midemin içerisinde sanki bir kirpi var ve o kirpi sürekli hareket edince dikenleri batıyor içeriden mideme” diye tarif etmişti sancılarını. O zamanlar şimdiki gibi değildi. Hastaneye her istediğin gibi ziyarete gidemezdin. Ancak bazı saatlerde hastanı gidip görebiliyordun. İşten çıkar çıkmaz hep hastaneye gidiyordum babamın yanına. Hastanede doktorlarla tercüme işini kuzinem yapıyordu. Onun Almancası iyiydi. Babamın hastalığını bizden gizli tutuyorlardı. Biz, mide rahatsızlığından dolayı ameliyat olacak diye biliyorduk. Ve nasıl olsa ameliyattan sonra iyi olacaktı. Ameliyat sonrası babamın yanına gittim. Babam bana “Sofia, beni tam olarak ameliyat etmediler. Midemi açıp geri kapattılar” dedi üzgün bir ses tonuyla. “Neden böyle bir şey söylüyorsun baba” dedim. Babam zeki bir insandı. Kaldığı odada kendinden önce mide ameliyatı geçiren bir Türk hasta varmış. Onun ameliyathaneye giriş ve çıkış saatlerine bakarak, kendisinin ameliyathanede kaldığı süre ile karşılaştırmış. “Bak kızım, oda arkadaşımın ameliyatı 2 saat sürdü. Benimki ise bir saat bile sürmedi. Bende mideyi açıp hemen geri kapattılar” dedi. Ben inanmadım. “Böyle şeyleri takma kafana baba” dedim. Ertesi gün tekrar ziyarete gittiğimde, başhemşire gördü beni ve yanıma geldi. “Sizinle babanız hakkında konuşabilir miyiz? Babanızın hastalığının türünü biliyor musunuz?” diye sordu. “Evet, tabi biliyorum. Babamın mide rahatsızlığı vardı ve ameliyat oldu” dedim. Hemşirenin, “babanız kanser hastası!” sözü üzerine dünyam yıkıldı o anda. Gözlerim karardı. Babamın karşısına nasıl çıkacaktım? Hastane odasına gittim. Babamın yanında ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. “Baba, çok yorgunum, kendimi iyi hissetmiyorum, eve gideceğim” dedim. Babam, “tabi kızım git sen. Hava daha fazla karanlık olmadan git eve sen” dedi. Bir hafta boyunca anneme babamın kanser olduğunu söyleyemedim. Artık yemek yiyemiyordum. Annem beni çok iyi tanıyordu. “Neyin var kızım? Yemeden içmeden kesildin. Hasta olacaksın. Söylesene derdini. Bir şey gizliyorsun benden” diye sıkıştırdı. “Yok anne bir şeyim yok. Biraz yorgunum. Yok hiçbir şey” desem de annem inanmadı bana. Pazar günü evde oturuyorduk. Anneme, “babam basit bir mide ameliyatı geçirmedi. Babam kanser hastası!” dedim…
Babama hastanede serum verdiler, kan verdiler. Biraz düzelir gibi oldu. Doktorlar, babamın 7 ay kadar yaşayabileceğini, istersek onu Yunanistan’a götürebileceğimizi söylediler. Bunun üzerine annem babamı alıp Yunanistan’a götürdü. Ben burada günleri sayıyorum korkuyla. Zaman su gibi akıp geçiyordu. Sürekli mektuplaşıyorduk babamla. Aradan altı ay geçtikten sonra biriktirdiğim bütün paramı yanıma alıp babamın yanına gittim. Babam “gitme burada kal” derse orada kalacaktım. Babamın yanında beş hafta kaldım. “Baba dönmek istemiyorum. Artık burada, yanında kalacağım” dedim. Babam artık öleceğini biliyordu. Yerinden kalkamıyordu çünkü. “Olmaz. Geri döneceksin. İlaçlara ihtiyacım var. Çalışman lazım. Bana para yollaman lazım ilaçlarımı alabilmem için” dedi. Oysa, babamın benim parama ihtiyacı yoktu. Bankada 100 bin Drahmi parası vardı. Ama o benim hayatıma devam etmemi istiyordu. “Sen şimdi dön, ben üç ay sonra ardından yanına geleceğim. Seni yalnız bırakmayacağım” dedi. O zamanlar trenle gidip geliyorduk. Üç ay sonra geleceğini söylemişti, ama ben ayrıldıktan üç gün sonra babam öldü. (Burada, Sofia ağlamaya başladı ve kısa bir ara verdik.)
Babam öldükten sonra ben yine temelli dönmeyi düşünüyordum. Anneme mektuplarımda “geliyorum” diye yazmıştım. Annem cevap olarak, “gelip ne yapacaksın burada. Ben senin yanına geleceğim” dedi. Böylece annem geldi yanıma. Kolay değildi hiçbir şey. Çok zor günlerdi. Babam öldükten bir ay sonra amcam da ölmüştü. Abim öldüğünde tansiyon kontrolü için tesadüfen hastanede bulunan amcamdı ölen. O da ayrılmıştı artık aramızdan…
Annem Almanya’ya yanıma geldi. Küçük kız kardeşim evlendi. Annemi yalnız bırakamazdım. Annem 95 yaşında öldü. O ölene kadar baktım ona. (Sofia, oturma odasında bulunan kırmızı deri koltuğu göstererek) bu koltuk, annemin koltuğuydu. Hep bu koltukta otururdu. Şimdi ben oturuyorum bu koltukta. Annemin ölümü bana büyük bir darbe vurdu. Onu çok özlüyorum. Altı yıl oldu öleli. Doğduğum günden beri hep beraberdik. Sadece ben Almanya’ya ilk geldiğim dönem kısa bir süre ayrı kalmıştık. Onun dışında ben annemden hiç ayrı yaşamadım. Annem ölene kadar hep beraber yaşadık annemle. Annem benim işten gelmemi beklerdi. Yaz olsun kış olsun balkona çıkar, gelme saatim yaklaşınca beklerdi beni aşağıda görene kadar. Kışın battaniye sarar beline, öyle çıkardı balkona. Ben gelmeden hiç uyumazdı. Balkondan beni gördüğünde “Sofi!” diyerek seslenir, hemen içeriye yürüyerek otomatik kapı ziline basardı. Ben anahtarlarla uğraşmayayım diye kapıya varmadan kapı açılırdı benim için. Yukarı çıkıncaya kadar daire kapımızın önünde bekler, içeri girdiğimde kucaklardı beni sıkı sıkı. Böyle karşılardı annem beni. Benim annem çok iyi bir anneydi. Biz hep Pontosça konuşurduk. Bütün aile Pontosça konuşurdu. Ben geç evlendim. Eşim Pontoslu değildi. Fakat evde annemle hep Pontosça konuştuğumuzdan ve annem eşimle sadece Pontosça konuştuğundan eşimde Pontosça öğrendi zamanla.
(Sofia’ya ailesinden mübadele sonrası Yunanistan’da birbirini tekrar bulanlar olup olmadığını sordum). Annem, Yunanistan’da Pontos’tan gelmiş akrabalarının olduğunu söylerdi. Mesela, konuşmamızın başında anlattığım annemin amcası vardı. Kız kardeşimle annemin akrabalarının yaşadığı köye gittik. Bulduk onları. Onlarda bizi ziyarete geldiler. Ama bir türlü sağlam bir ilişki kuramadık. Biraz mesafeli yaklaşıyorlardı. Biz daha çok baba tarafından akrabalarımızla yakındık.
...
(Sohbetin yavaş yavaş sonuna doğru gelmiştik. Sofia’ya “son olarak ne söylemek istersin” ve “annen veya baban hiç Pontos’taki köylerini gidip görmek istediler mi?” sorularını yönelttim.)
Hayır, gitmek istemediler. Çünkü çocuklarmış oraları terk ettiklerinde. Kime gidecekler? Anneannem erken ölmemiş olsaydı, belki o giderdi. Ama bilemiyorum. Bana soracak olursan ben de hiç gitmedim. Ama gitmekte istemiyorum. Çünkü, bıraksalardı bizi topraklarımızda ben Türkiye’de dünyaya gelecek, orada büyüyecek ve orada yaşayacaktım belki de. Bizleri sürdüler. Kovdular. Katlettiler bizi. Köklerimizle bağımızı kopardılar. Kiliselerimizin başına gelenleri biliyorum. Gidip kiliselerin o harap hallerini görmeye yüreğim dayanamaz. O yüzden gitmek istemiyorum…
__SON__