Dördüncü Hikâye
İkinci Bölüm
“Karına ve çocuklarına el koyuyoruz!”
Babam tüm ısrarlara rağmen ikna olmadı. Nisan ayındaydık. Biraz giyecek, yorgan döşek birkaç eşya ile birlikte babam, Maryam Annem, ben ve kız kardeşim Anuş bir sabah erkenden Sasun istikametine doğru yola çıktık. Babam önceden ayarlamış her şeyi. Önce Sasun merkezde tütün deposunda bir gece kalacağız. Otel filan değil kalacağımız yer. Sonra da Batman Kurtalan’a gideceğiz. Kurtalan’da “Kurtalan Expres”e binip tren ile İstanbul’a gideceğiz. Bizim köyümüzden göç eden ilk bizdik o zamanlar. O günü hiç unutmam. Hayatımın sonuna kadar da unutmayacağım. Biz köyden ayrıldık. Sasun’a doğru yürüyoruz. At veya eşek yoktu. Yayan yürüyorduk. Maryam Annem ve babam eşyaları ben de kız kardeşim Anuş’u taşıyordum. Ben dokuz yaşındaydım, Anuş ise bir yaşındaydı. Sasun’a varmaya çok az kalmıştı. O sırada bu bizim ağalardan biri atlılarıyla birlikte beş altı kişi yolumuzu kestiler. Babama, “nereye gidiyorsunuz?” dedi ağa. Babam başladı anlatmaya; çocuklarının geleceği için, onların okuması için gitmesi gerektiğini izah ederek ikna etmeye çalışıyordu onları. Adam ikna olmamıştı ve babama “karına, çocuklarına el koyuyoruz. Onlar bizimle gelecekler. Sen yalnız nereye gitmek istiyorsan siktir ol git!” dedi. Bunu hiç unutmam. Aynı bu kabalıkla ifade etmişlerdi kendilerini. Babam, “bu çocuklar benim çocuklarım. Onlar benim canımdır. Nereye gidersem götürmem lazım onları” deyince bu kez ağa, “tamam al çocuklarını götür, ama karın bizimle kalacak! Çünkü onu biz evlendirdik seninle” dedi. O zamanlar, ağalar düğünlerde en iyi yerlerde oturtulur, en iyi yiyecekler onlara verilirdi. Böyle bir ayrıcalıkla düğünde ağırlanmış olmaktan, düğünü kendi yapmış sonucu çıkarmıştı anlaşılan bu ağa. “Kendisi benim resmi nikahlı karımdır. Zorla kimseyi bir yere götürmüyorum. Şimdi soralım karıma kendisi benimle gelmek istiyor mu istemiyor mu. Ben çocuklarım ve karım olmadan hiçbir yere gitmem. Başka türlü ancak beni öldürmeniz gerekiyor” dedi. Maryam Mamam, “tabi ki seninle ve çocuklarımızla gideceğim. Sen nereye ben oraya” dedi kararlı bir ses tonu ile. Ve en sonunda yolu açtı bu ağa ve atlılar. Biz de yolumuza devam edebildik, vardık Sasun’a. Tütünlerin üzerinde bir gece yattıktan sonra, ertesi sabah erkenden kalktık tren istasyonuna geldik. Tren bizi İstanbul Haydarpaşa’ya getirdi. Trenden indik. Babam galiba önceden birilerine söylemiş olmalı ki, bizi istasyonda, patrikhaneden birileri karşılamıştı. Sivas’tan, Erzincan’dan, Tokat’tan kısacası Anadolu’nun her bir yerinden gelen Ermeniler geçici olarak Kumkapı’daki Meryem Ana Kilisesinde kalırdı. Bir iş ve ev bulana kadar burada bir hafta, iki hafta, bilemedin bir ay kalırdı insanlar. Kilisenin iki bölümü vardı. Bir bölümünde insanlar ibadetlerini yaparlardı. İçerisinde insanların barındığı bölüm, kilisenin kullanılmayan bölümüydü. Meryem Ana Kilisesi’nde on beş gün kaldık. Daha sonra Gedikpaşa’da kiralık bir eve çıktık.
Gedikpaşa’da oturduğumuz ev, daha sonra kayınpederim olacak olan Artin Bey’in evine çok yakın bir yerdeydi. Komşu olmuştuk. Ama birbirimizi tanımıyorduk. Babam bir iş buldu. Çalışmaya başladı. Annem temizliğe gidiyordu. Beni de Kınalı Kampı’na yazdırdılar. O yazı hiç unutmam. Çocuklar böyle kamplarda mutlu olurlar, sevinirler. Ben o yaz üç ay kaldığım kampta hiçbir zaman mutlu olamadım. Ailemden ilk defa ayrı kalıyordum. Onları çok özlüyordum. O üç ay bana otuz sene gibi gelmişti bana. Gece olduğunda kampın bulunduğu tepeden karşıya bakardık. O zamanlar karşıda gördüğümüz semtin Bostancı olduğunu bilmezdik. Karşıya bakarak, ışıklarının gözüktüğü evlerden biri acaba bizim evimiz mi diye hayal ederdim. Kamp dönemi bitti. Okullar açıldı. İstanbul’a geldiğimizde dokuz yaşındaydım. O zamana kadar hiç okula gitmemiştim. Ben doğduğumda nüfusa kaydımı hemen yapmamışlardı. Bizim oralarda doğan çocukları nüfusa kayıtları aradan birkaç yıl geçtikten sonra yapılırdı. Ben bir yaşındayken Sabre Mamam öldüğünden onun üzerine kayıt yapma imkânı da ortadan kalkmıştı. Bundan dolayı benim nüfusta anne adı bölümünde Maryam Mamamın adı yazılıdır. Eski nüfus cüzdanları vardı. Defter gibi. Ermeni Gregoryen diye mezhebiyle birlikte yazılıdır kimlikte. Karagözyan’a kaydımı yaptırmak istedi babam ve Maryam Mamam. Dokuz yaşındaki bir çocuğu birinci sınıfa yazamıyorlardı. Nüfus cüzdanımda beş yaşında gözüküyorum. Beş yaşındaki çocuğu da birinci sınıfa kayıt edemezlerdi. Okul yönetimi çok ilginç bir durumla karşılaşmıştı. Gerçek yaşıma ikna olmuştular. Fakat, “dokuz yaşındaki çocuğu nasıl yedi yaşındaki çocukların yanına koyalım? Hadi bunu yaptık diyelim. Resmi olarak bu çocuk beş yaşında. Beş yaşındaki bir çocuğu nasıl alalım okula?” diye bir ikilemin içeresine girmişlerdi. En nihayetinde bir çözüm bulundu ve Karagözyan’a yatılı olarak kayıt oldum. 1969 yılının Eylül ayında artık Karagözyan Okulunun öğrencisi olmuştum. Okulda iyi bir öğrenciydim. Bizim ailemize gınkhayrımız (Vaftiz Babası) Hovsep Boyacıyan ve eşi çok sahip çıktı. Van kökenliydiler. 1850’li yıllarda dedeleri Van’dan İstanbul’a gelmişler. Onların hakkı hiçbir zaman ödenemez. Yalnız ben değil, kardeşlerim de aynı şeyi söyler. Çocukları hiç olmamıştı. Ölene kadar bizim aileye sahip çıktılar, destek oldular, eğitimimize çok katkıda bulundular. Karagözyan’da okurken Oryort Maryam vardı. Kadın öğretmenlere “Oryort”, erkek öğretmenlere “Baron” derdik. Oryort Maryam her hafta sonu biz öğrencileri alırdı evine götürürdü. Bomanti’de oturuyordu. Gönüllü giden çocukların yanında, özellikle zayıf olan çocukları seçer, onlara evinde gönüllü eğitim verirdi. Bir grup çocuk cumartesi, diğer grup çocuk pazar günü giderdi Oryort Maryam’a. Ben de çok gittim. Derslerim iyiydi. Öğrenmeyi çok istiyordum, meraklıydım. Öğretmenlerim okumamı istiyorlardı. İlkokulu bitirdikten sonra öğretmenlerim, müdüre hanım eve geldiler konuşmak ve ikna etmek için. Tıbrevank’a gitmemi istediler. Fakat şartlar el vermiyordu. Babam gözleri ile ilgili sağlık sorunları yaşıyordu. Bir gözü çok zayıftı. Çemberlitaş tarafında küçük bir atölyede kaynakçı olarak çalışıyordu ve işyerinde koruyucu hiçbir önlem alınmıyordu. Kaynak yaparken gözlerini koruyacak bir gözlük vermiyorlardı. Bu şekilde babam iki gözünü de kaybetti. Çalışmam gerekiyordu. Biz dört nüfusla gelmiştik ama, daha sonra üç dört kardeşim daha oldu. Hepsi de benden küçüktü. Annem temizliğe gidiyordu. Yalnız o çalışıyordu evde. Kira ödenecek, yenecek, içilecek... Annemin geliri yetmiyordu. Böylece ilk okulu bitirdikten sonra Cağaloğlu’nda, gınkhayrımın aracılığı ile Teziş matbaasında işe başladım. Matbaanın sahibi Haig Kahkıtzi adlı bir Ermeni’ydi. O zamanlar Tarlabaşı’nda oturuyorduk. Matbaa Cağaloğlu’ndaydı. Hava iyi olduğu zaman yürüyerek gelip giderdim işe. Kötü havalarda otobüs kullanırdım.
Matbaadaki işimin dışında, ek işte de çalışırdım. O işe girmem Aram dayım (Maryam annemin kardeşi) sayesinde olmuştu. Şimdi İsveç’te yaşar. Aram dayımla kayınpederim birbirlerine çok değer veren, seven, saygı duyan insanlardı. Kayınpederim Artin Bey diş imalatı yapılan bir yerde çalışıyordu Aram dayımla birlikte. Kendilerine yapılan haksızlık üzerine ikisi de ayrıldılar o işyerinden. Aram dayım bir dönem Taksim’deki Park Otel’de çalıştı. Reçel imalatı yaptı. Kayınpederim 1971 yılında kendi dükkanını açtı. Ben 1969’da İstanbul’a geldiğimiz yaz ve ertesi yazını Kınalı Ada’da yaz kampında geçirmiştim. Ama 1972’den sonraki yaz tatilinden itibaren dayımın vasıtasıyla, sonradan kayınpederim olacak Artin Bey’in yanında çırak olarak çalışmaya başladım. İlkokulu bitirene kadar bütün yaz orada çıraklık yaptım. Okulu bitirdikten ve matbaadaki işime başladıktan sonraki dönemde de matbaadan çıktıktan sonra Artin Bey’in Gedikpaşa’daki dükkanına gider, orada çalışırdım. Artin Bey Harbiye’de otururdu. Bana o akşam yapmam gereken işleri söylerdi. Dükkâna gider o işleri yapardım. Mesela, “Daron, bu akşam 200 tane alçı ya da 100 tane ponza doldur” derdi. Ben bu işleri yapardım. Karşılığında bana paket başı ödeme yapardı. Hafta sonu giderdim. Öderdi bana paramı. Hiç unutmam bir seferinde yine matbaadan çıkmıştım akşam. Dükkâna gitmiş işlerimi bitirmiştim. Saat çok geç olmuştu. Leyland otobüsleri vardı o zamanlar. Beyazıt’tan Taksime son otobüs gece 1’de kalkardı. O saatten sonra otobüs olmazdı. Ben alçıları ancak saat 1’e beş kala bitirebilmiştim. Dükkândan çıkıp Beyazıt Meydanı’na geldiğimde son otobüste gitmişti. Cebimde ancak bir ya da iki otobüse binebilecek kadar para vardı. Bu para ile taksi tutamazdım. Tek çare Beyazıt’tan Taksime yayan gitmekteydi. Telefon da yoktu. Eve haber de veremiyordum. O dönem sıkıyönetim vardı. On veya on iki kilometre yürüdüm o karanlıkta, mahalle aralıklarından da geçerek. Beyazıt’tan Taksim’e kadar sokakta ilk insanı ancak evimize iki yüz metre kala, İstiklal Caddesinde görmüştüm. Sokaklar bom boştu. Bekçi düdüklerinden, köpek havlamalarından başka hiçbir ses yoktu. Çok korkmuştum. Bir diğer unutamayacağım olayı 1 Mayıs 1977’de yaşamıştım. Ben de katılmıştım 1 Mayıs kutlamasına. Miting bitmek üzereydi. Eve gitmek için ayrılmıştım Kazancı yokuşundan. Buradan ayrılıp Tarlabaşı’ndaki evimize doğru ilerlemeye başlamıştım. Tarlabaşı caddesinin başına ulaştığımda alandan ayrılalı dört ya da beş dakika geçmişti ki silah seslerini duydum. Çok vahim bir olaydı. 1 Mayıs’ı kutlayan kitleye yapılan saldırı sırasında insanların can havliyle kaçışmalarını, bağırmalarını, çığlıklarını hiç unutamam. Çoğu insan da panik yüzünden ezilerek ölmüştü. Kim bilir, belki de dört beş dakika ile ölümden dönmüştüm. Çünkü en fazla insan, benim bir az önce ayrıldığım alanda ölmüştü.
Koskoca Kiliseyi Nereye Saklayacaksın?
Askerliğimi sırasıyla önce Tokat ve sonra Kars’ta yaptım. Terhis olduktan sonra iki gün Kars’ta kalmayı ve Ani’yi görmeyi hayal ediyordum. Tabi öncesinden savcılıktan izin almam gerekiyordu. Ani, askeri yasak bölgedeydi. İzin alabilirsem, ancak yarım saat görebilecektim. Ben bunun hayalini kurarken terhis olmama yakın bir zamanda komutanım bana, “Ankara’dan önemli birileri geldi. Ani’yi görmek istiyorlar. Sende doktor ile birlikte gitmek ister misin?” dedi. Böylece iki otobüs dolusu yüksek rütbeli askerler eşleri ile birlikte, iki üç manga komando, sağlıkçı olarak ta doktor ve ben Ani’ye doğru yola çıktık. Biz konvoyun arkasından gidiyorduk. Ani’ye vardık. Öndeki komutanlardan biri komandolardan birine doğru “Asker!” diye seslendi. “Emret komutanım” diyerek tekmil verdi asker. “Çabuk şu taşı al, arka taraflara doğru yuvarla! Yok et onu! Buraya turist geliyor, Amerikalısı geliyor, elin gavuru geliyor. Bu yazıyı görse, tabiki bir şeyler söyleyecek, bir şeyler iddia edecek!” dedi. Be Adam belli bir rütbeye gelmişsin. Herhangi bir binadan, kiliseden veya mezardan kopmuş, üzerinde Ermenice yazılar bulunan bu taşı sakladın diyelim. Niyetin belli ki, oradaki Ermeni izlerini saklamak istiyorsun. Ya o koskoca kiliseleri nereye saklayacaksın. Tirajı komik bir anı olarak hatırlarım. Ani’yi bu şekilde görmüş, Arpaçay’dan öteye, karşı taraftaki Ermenistan’a, oradaki insanlara bakmıştım.
Bu Adam Neden Ağlar Bu Kadar?
Yakın bir süre önce yaşadığım bir anıyı anlatmak istiyorum. Oğlumun eşi Deniz’in babası İsmail Bey dünya iyisi bir insandı. Onu çok kısa bir süre tanıyabildik. Tanıştıktan bir buçuk sene sonra maalesef kaybettik onu. İstanbul’daki evinin önünde helallik alındıktan sonra cenazesi köyüne götürüldü. Köyündeki cenaze töreni sırasında, mezarının başında bir adam dikkatimi çekmişti. Hepimiz çok üzgündük. Ama bu adam hiç durmadan hüngür hüngür ağlıyordu, yüzündeki acı ifadesi çok daha bir değişikti. “Kim bu adam, nesi olur İsmail Bey’in?” diye sordum. Öğrendim ki, bu Kosta Bey’di. İsmail Bey ile Kosta Bey çok iyi dosttular. Dostlukları çok eskilere dayanan sağlam bir dostluktu. Sınırın iki yanında yaşayan, biri Müslüman diğeri Hristiyan iki arkadaştılar. Onların dostluk bağında bir sınır yoktu. Kosta, sevgili dostu İsmail’i kaybetmişti. Dünyası yıkılmıştı. Kosta Bey için artık hayat hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktı. Onların dostluğu örnek bir dostluktu…
Acaba Günah Mı Çıkarıyordu?
Bir diğer cenaze merasimi anısını da babamın cenaze töreninde yaşamıştım. Babamı, İstanbul’a geldiğimizde geçici olarak kaldığımız Meryem Ana Kilisesi’nden yolcu ettik 1995 sendesinde. İstanbul’a gelirken yolumuzu kesen o ağa tüm ekibiyle gelmişti cenazeye. Karısı, çocukları hep oradaydı. Onlar da daha sonraları İstanbul’a taşınmışlardı. İstanbul’dayken birçok kez babamın evine gelmiş, yemeğini yemişti ağa. Cenazede ağa ve karısı çok üzgündü. Bizim cenazelerde, cenaze törenine katılanlar gelirken karşılanır, giderken de uğurlanırlar. Cenaze töreni bitmiş, gidenleri uğurlamak için sıranın başında duruyordum. Ağanın karısı geldi yanıma. Normalde el bile vermezler erkeklere. Karısı elini kalbimin üstüne koydu. Uzun bir zaman ceketimi okşadı. Çok üzgündü. Bu durum beş on dakika sürdü. Sanki kutsal birini görmüş gibiydi. Şaşırmıştım bu duruma, birazda rahatsız olmuştum. İnsanlar vedalaşacaklar, fakat kadın ayrılmıyordu yanımdan. O zamanlar “acaba günah mı çıkarıyor” diye düşünmüştüm...
1969’da İstanbul’a göçtükten sonra bir daha köyüme hiç gitmedim. Annemin mezarı oradadır. Ablam ve ablamın kızı Maratun’a çıktılar. Bizim oradayken yaylaya çıktığımız yerlere. Köyde şu anda 6-7 hane kaldı. Sırf Müslümanlaşmış Ermeniler yaşıyor artık orada. Tarım ve hayvancılıkla da uğraşmıyorlar artık. Dışarıya çıkan akrabalara bağımlı bir şekilde bir yaşam sürdürüyorlar.
Yunanistan’dan Gelen Jiletler
Bir zamanlar eski bir hanın içinde bulunan bir işyerinde çalışırdım. Bu handa Anadolu’nun bir köyünden gelen Hasan isimli bir odabaşı vardı. Hasan’ın babası daha önceleri bu pasajda odabaşı olarak çalışırmış. Babası yazları köylerine gelirmiş ve oğlu Hasan’ı onun yerine pasajdaki işlere bakması için İstanbul’a yollarmış. Babası öldükten sonra Hasan, babasının yerine geçti ve çok uzun yıllar odabaşı olarak çalıştı. Bir gün pasajın önünde oturduğumuz bir seferinde, Yunanistan’dan gelen bir Yunan turist kafilesi geldi oraya. Kafilenin içinden bir grup ayrılarak bize doğru yaklaştı ve Hasan Ustayı aradıklarını, onu nerede bulabileceklerini sordular. Biz aradık, haber verdik Hasan Usta’ya. Hasan Usta geldi yanımıza. Kendisini arayan Yunan turist kafilesi ile biraz Türkçe, biraz da Hasan Usta’nın hafızasında kaldığı kadarıyla Rumca konuştular, sohbet ettiler.
Kafile oradan ayrıldıktan sonra ona; “Hasan Usta, senin samimiyetin nereden geliyor bu insanlarla, seni nereden tanıyorlar?” diye sordum. Hasan Usta bana o jiletlerin hikayesini anlattı: “ben uzun yıllardan beri hiç jilet parası vermedim. Bana jiletler hep Yunanistan’dan gelir. Her sene gelirler bu insanlar. Bana gelen jiletlerin haddi hesabı yoktur. O yüzden komşulara da veririm o jiletlerden. Bak Daron. Bu pasajdaki dükkanlar Ermeni, Rum ve Yahudi dükkanlarıdır. Bu pasajın üst katlarında hep Rumlar yaşardı. Ben onları tanırdım. 6-7 Eylül 1955’te saldırılar başladığında ben daha çok gençtim. Bu pasajda odabaşı olarak çalışıyordum. Çok korkmuştum. Saldırganlar buraya doğru yönelince çok korkmama rağmen elime kalın bir sopa aldım ve ancak böylece orada oturan birkaç Rum’u koruyabildim. Ortalık biraz sakinleştikten sonra, pasajın girişlerini zincirlerle kapattık. Pasajın üst katlarında oturan Rumlardan bazıları, ‘pasajın ortasına bir masa kuralım. Bir moral yemeği yapalım, hep birlikte yiyelim’ dedi. Bunun üzerine herkes birer masa getirdi. Masalar yan yana dizildi. Masaların üzerine örtüler serildi. Birileri şarap ve rakı, birileri peynir ve meyve getirdi derken masalar yiyecek içeceklerle donatıldı. İnsanlar sanki hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam etmek istemişlerdi o akşam. Herkes masalara oturdu, yemek ve sohbet başladı. O sırada kendilerine büyük saygı duyduğum ve çok sevdiğim iki Rum kadının, yemekleri servis etmek için ayağa kalkıp otururken çok zorlandıklarını fark ettim. Canları acıyordu ve bu acı yüzlerinden okunuyordu. ‘Acaba saldırılar sırasında darp mı edildiler, ayaklarından mı yaralandılar’ diye düşündüm. Gittim yanlarına ve ‘neyiniz var, dövdüler mi sizi?’ diye sordum. Verdikleri cevap beni dehşete düşürmüştü. 15 yaşında çocuktum. Midem ağzıma geldi. Kusmam geldi. Kendimi zor tuttum. Bu zavallı kadınlara o insan görünümlü yaratıklar defalarca tecavüz etmişlerdi. Kadınlar ne ayakta durabiliyor ne de oturabiliyorlardı acıdan. Bu anı hayatım boyunca unutamam.”
Pasajın işte bu eski Rum sakinleri, 6-7 Eylül’ün hemen ardından İstanbul’u terk ettiler. Ama Hasan Usta’nın kendilerine saldıranlara karşı sergilediği cesur ve insani duruşunu, pasajın bir kapısında elinde sopası ile tuttuğu nöbeti hiç unutmadılar. Yunanistan’dan İstanbul’a tanıdıkları kim gitse onlarla Hasan Ustaya küçük hediyeler yolladılar. Ve en önemlisi onun bu iyiliğini hiç unutmadıklarını bildirdiler, selamlarını yolladılar yıllar boyunca ona...
__SON__