Dördüncü Hikâye
Birinci Bölüm
Benim anlatacaklarım, 1900’lü yılların başına dayanan hikayeler değildir. Tabi ki 1915’le ilgili duyduğum, bizzat dinlediğim birçok hikâye mevcut. Anlatacaklarım daha çok Cumhuriyet dönemine denk gelir. Sason diye bilinir ama asıl Sasun’dur geldiğim yerin adı. Hatta bir kısım halk Arapça Kabilcoz, yani ceviz yatağı, cevizi bol olarak ta adlandırır bu bölgeyi. Sasun’un diğer bir ismidir bu. Bizim oralarda ceviz o kadar çoktu ki, gökyüzünden bir fotoğraf çekmek isteseniz, ceviz ağaçlarından başka bir hiçbir şeyi sığdıramazdınız fotoğrafın içine. Ne ev ne başka bir şey görülür ağaçların dallarından, yapraklarından. Sincaplar cevizleri çok geniş bir alana yayar ve böylece her sene yeni yeni ağaçlar yetişirdi. Benim hikayem işte kimilerinin Sason, kimilerinin Sasun veya Kabilcoz dedikleri bölgeden, nasıl ve neden göç ettiğimizin hikayesidir. Biz Sasun’u terk edip İstanbul’a geldiğimizde ben dokuz yaşındaydım. Ondan sonra da tekrar bir daha hiç Sasun’a gitmedim. Benim öz annem Sabre’nin mezarı oradadır.
1915 ile ilgili bize anlatılan bazı gerçek yaşanmışlıklar oldu. İsterseniz size bu yaşanmışlıkları anlatayım.
Doğduğum Köy
Sasun dediğimiz yöre Ermeniler için, tüm dünya Ermenileri için efsane olmuş bir yerdir. İster Ermenistan’a gidin, Amerika’ya gidin, Arjantin’e gidin “Sasunluyum” dediğiniz zaman size başka bir gözle bakar oradaki Ermeniler. Antranik Paşa, Osmanlının son döneminde soykırıma en çok direnen liderlerden birisiydi. Kitabında da belirtiği gibi kendisine en çok Sasunlu’lar yardım etmiştir. Kendisi Fransa’da öldü ve heykeli vardır Fransa’da. Biz Sasun’un dağ köylerindeniz. Dağın ismine şimdi “Mereto” diyorlar. Bundan 7 yıl kadar önce kaybettiğimiz eniştem vardı. Ablamın kocası. Ondan bilirim ki bu dağın ismi “Maratun” veya “Mayradun” olarak geçer. Ermenice Mayr “ana” ve Dun “ev” demektir. Bu dağda yılın 10 ayında kar eksik olmazdı. Bazen bütün bir yıl boyunca kar olurdu bu dağda. Bu dağın zirvesinde bir ev vardır. Bu ev asırlardır bu dağın tepesinde bulunur. Dağın ismi bu evden gelir. Sayısız fırtınalara, ağır doğa koşullarına rağmen yıkılmamıştır. Bu evle ilgili birçok efsane anlatılır. Hatta yakın döneme kadar bu evle ilgili ilginç olaylar yaşanmıştır. Mesela, “kapısı antikadır” diye birileri kapıyı çalıp satmaya kalkışmış. Bu sırada aileden birkaç kişi aniden ölmüş. Ben işte bu dağın eteğinde, Ermenice ismi “Pürşenk” olan bir Ermeni köyünde doğmuşum. Ermenice “pür” temiz anlamına gelir. “Şenk” ise “yapı”, “bina” demektir. Doğduğum ev, Osmanlı döneminde Ermeni okuluymuş. Ben Pürşenk’te doğdum ama, Pürşenk ne dedemin ne de nenemin doğduğu köydür.
Dedemin Hikâyesi
Benim dedem, Mayradun dağının arka tarafında bulunan Gusket köyündendir. 1915’te soykırım başladığı sıralar 10 tane çocuk Gusket köyünden kaçarak dağa çıkmışlar. Bu çocuklar, Nisan-Mayıs aylarında dağa sığınmışlar. Ama orada sadece birkaç ay kalabilirler. En geç Eylül-Ekim aylarından sonra artık dağda barınamazlar. Kendilerini bekleyen iki son vardır; ya soğuktan donarak ölecekler. Ya da bütün doğa karla kaplandığından açlıktan ölecekler. En son çare ölümü göze alarak dağın yükseklerinden, aşağılara doğru inmektir onlar için. Ve bu çocuklar çaresiz bir şekilde, her türlü riski alarak dağın aşağı eteklerine doğru inmeye karar verirler. Neticede bu çocuklar dağda bulundukları yere en yakın köye, bir Ermeni köyü olan Pürşenk köyüne gelirler. Onlar Pürşenk köyüne geldiklerinde, köy yerle bir edilmiş bir vaziyettedir. Evler talan edilmiştir. Köyde o zamanlar 20 yaşlarında, katliamlar sırasında çok iyi gizlendiğinden sağ kurtulmuş “Hazar” isminde bir genç erkekle karşılaşırlar. Biz ona “Hazar Dede” derdik. Hazar dede 105 yaşında öldü. Ben Hazar dedeyi tanıdım. Katliamda köyde Hazar dededen başka kimse kalmamış. Hazar dede köye sığınan bu çocuklara sahip çıkmış, onlara kendi çocukları gibi bakmış. Kendisi hiç evlenmemiş. Bu çocuklar o köye yerleşmişler. Büyümüşler. Hazar dede o çocuklardan büyüyüp yaşı gelenleri evlendirmiş. Öyle ki, ben 1969 yılında köyü terk ettiğimde orada 30-40 hane yaşıyordu. Çevrede Arap ve Kürt köyleri olmasına rağmen, benim köyde yaşadığım dönemlerde köyün tamamı Ermeni’ydi. 2-3 aile İslamlaşmış Ermeniler, diğer geri kalanların hepsi Hıristiyan Ermenilerdi. Nüfus yavaş yavaş çoğalmış ve köy bu şekilde yoktan yeniden var edilmiş. Gusket köyünden kaçıp Mayradun dağında birkaç ay saklandıktan sonra Pürşenk köyüne gelip yerleşen ve bu şekilde hayatta kalan o çocuklardan biri de babamın babası Manuk dedemdir. Manuk dedem yaşı gelince evlenmiş. Çocukları olmuş. Ama Manuk dedem çok yaşamamış. Genç yaşta ölmüş.
Pürşenk’te Yaşam
Ben 1960 sendesinde Pürşenk’te dünyaya gelmişim. Pürşenk’te yaşarken yaylaya çıkardık. Yaylada en fazla iki ay kalabilirdik. Daha önce söylediğim gibi çok sert bir iklime
sahipti bulunduğumuz bölge. Bir seferinde ben yaylada çobanlık yapıyordum. Keçilerden biri yeni yavrulamıştı. Bu güzel haberi müjdelemek için var gücümle koşmaya başlamıştım. Koşarken ayağım
kaymış ve yere düşmüştüm. Düştüğüm yerde bulunan sivri bir taş yüzümü yaralamıştı. Yüzümdeki bu yara halen doğal bir gamze gibi durur. Yaylanın hiçbir zaman yanımdan ayrılmayan böyle bir hatırası
vardır bende.
Pürşenk’te yaşam bir şekilde devam etmiş, ama hangi şartlar altında! Bir yandan sert doğa koşullarının bize yaşattığı sorunlar, diğer taraftan ağalık sisteminin baskısı… O zamanlar çevre köylerde Kürt ağalar vardı. Sasun’da 1915’ten önce oldukça yoğun bir Ermeni nüfus vardı. Sasunlu’lar soykırım sırasında direniş göstermişler. Kendilerini savunmuşlar. Soykırımdan sonra da o bölgede önemli bir Ermeni nüfusu Pürşenk’te olduğu gibi varlığını sürdürmeye çalışmış. Fakat çevredeki Kürt ve Arap ağaları bir türlü rahat vermemişler geride kalan, hayata tutunabilmiş Ermenilere. Babamlar üç kardeşti. Benim babam ve bir amcam benim doğduğum evi paylaşırlardı. Diğer bir amcam ise ablam ve eniştemle iki katlı başka bir evde yaşarlardı. Benim doğduğum ev eskiden Ermeni okulu olduğundan oldukça büyüktü ve birçok odası vardı. Rahattı. Ailelerin kendi odaları vardı. Ortak yemek yediğimiz oda vardı. Salon vardı. Bu evin tapusunu 1960 yılında almışlar babamlar. Babamın ve amcamın tarlaları vardı. Bu tarlaları ekip biçerlerdi. Babam ve amcamın ekip biçtikleri tarlalardan elde ettikleri ürünlerin yarısını bu ağalar gelir alırlardı. Yani eğer 50 çuval mısır elde etmişsek, bunun 25 çuvalı bize kalırdı. Diğer 25 çuvalına el koyardı ağa. Fasulye yetiştirdiysek aynısı. Diğer ürünler içinde aynısı geçerliydi. Bu durum böyle on yıllar boyunca devam etmiş gelmiş benim dönemime kadar. Babam, zaman zaman Sasun merkeze gider, evin başta çay şeker olmak üzere diğer ihtiyaçlarını alırdı. Köylülerimizin Sasun’daki alışverişi genelde takas şeklinde olurdu. Köylü getirdiği ürün karşılığında ihtiyacı olan eşyaları alırdı. Sasun’a alışverişe gittiği bir seferinde oralardan İstanbul’a göç eden Ermenilerin olduğunu öğrenmiş babam. Bu konuya daha sonra geri döneceğim.
Babam ilk eşi Sabre’yi, yani mamamı kaybettiğinde ben bir yaşındaymışım. Bundan dolayı ben hatırlamam mamamı. Mezarı köydedir. Pürşenk’te. Annemin ikinci evliğidir babamla yaptığı evlilik. İlk evliğini yaptığı adamı mamam çok severmiş. Severek evlenmiş onunla. Adamın kimliğinde Ermeni olduğu yazılıymış. Mamamın ilk eşi 1938’de Kürt tehciri sırasında sürgüne yollanmış ve sürgünün ikinci yılında ölmüş. Mamamın bu evlilikten olan kızı ablam 83 yaşındadır ve halen İstanbul’da yaşar. Kocası sürgünde ölen mamamı daha sonra babam ile evlendiriyorlar. Çünkü oralarda ne genç bir kadın ne de dul kalmış bir kadın uzun zaman evlenmeden kalabilirdi. Çevre köylerdeki Kürtler veya Araplar tarafından kaçırılma riskleri çok yüksekti. Genç kadınları veya dul kadınları bir an önce evlendirmek yoluyla koruyabileceklerini düşünüyorlarmış o zamanlar. Mamamın kocası öldükten sonra, daha aradan bir sene bile geçmeden evlenmiş mamam babamla. Birlikte 6 çocukları olmuş. Bunlardan üçü daha bebekken ölmüşler. Diğer üçü halen hayattadır. Ben en küçükleriyim. İki tane ablam var. Bizim aile içerisinde de İslamlaşmış kişiler vardır. Aileden birini, ablamı zorla evlendirdiler, Müslüman bir Ermeni adamla. “Belki adam kendi aslına döner” dediler, “kadın aslını kaybetmez” diye düşündüler o zamanlar. Ama umdukları gibi olmadı. Bu İslamlaştırılmış Ermeni eniştemiz yedi kez hacca gitti mesela.
Sabre Mamamın Kürt sürgününde ölen ilk eşinden bir ablam var. Sabre Mamamla babamın evliliğinden üç kardeşiz. Benim mamam öldükten sonra babam yeniden evlenmiş ve bu evlendiği Maryam Mamamdan olan beş kardeşim var. Yani benim iki öz ve altı üvey kardeşim var. Babamın ikinci evliğinden olan kardeşlerimle aynı evde, aynı şartlar altında büyüdük. Bundan dolayı daha sıkı bağlar var aramızda. Babamın ikinci evliğinden olan üvey mamam Maryam’ın köyü Sasun merkeze daha yakın olan, o zamanlar Kahkig, şimdi Derince denilen köydür. “Kah” için, köyden daha büyük yerleşim birimi denir. Hatta Sasun merkezinin 400-500 sene önce bu Kahkig olduğu ve Sasun’un daha sonra şimdiki yerine taşındığı söylenir. Maryam Mamam halen sağdır ve İstanbul’da yaşar.
Biz Pürşenk’te yaşayan Ermeniler iki dil bilirdik. Ben köyde yaşarken Ermenice ve Arapça bilirdim. Biz Türkçe bilmezdik. Babam gibi Sasun’a gidip gelenler Türkçe bilirdi ancak. Pürşenk’te ne okul vardı ne de muhtarlık. Ben şimdi Arapça’yı unuttum. 9 yaşından sonra Türkçe öğrenmeye başlamıştım ve daha sonra Arapça iletişim kullanma ihtiyacım olmamıştı. Okula da İstanbul’da yatılı okulda gitmiştim. Kısaca Arapça’yı anlarım ama konuşamam ve bu duruma çok üzülürüm halen. Keşke unutmasaydım. Bizim köyümüz Pürşenk’e yakın yerlerde 6-7 Ermeni köyü vardı. Hiçbirinde okul ve kullanılabilecek kilise kalmamıştı. Kiliselerin yıkıntıları vardı. Bu kiliselerden en iyi durumda olanının ancak yüzde 30’luk bölümü ayakta, yüzde 70’lik bölümü yıkılmıştı diyebilirim. Yılda 2-3 defa bu kiliselerin yıkıntılarında toplanılır, ayinler yapılırdı. Örneğin oranın isim gününde, Zadik’te kiliselere gelinir, büyük kazanlarda yemekler pişirilirdi. Çevredeki Kürt ve Arap köylülerde merak uyandırmamak için, hoş karşılasınlar diye onlar da davet edilirdi. Bir taraftan bu misafirler yedirilip içirilir, diğer taraftan da fazla dikkat çekmeden ayinler yapılırdı. Surp Zununt ocak ayına denk düşer. Hava çok soğuk olurdu. Karla kaplı olurdu her yer. Bu yüzden Surp Zununt’u her zaman kutlamak mümkün olmazdı. Bu şekilde yöredeki Ermeniler geleneklerini sürdürmeye çalışırdılar.
Şimdi dönelim babamın Sasun’a alışveriş için yaptığı ziyaretlere. Babam için üzerlerindeki baskılar, kendilerine yapılan haksızlıklar artık gün geçtikçe daha dayanılmaz bir hale gelmişti. Ağaların bu soygununa karşı çıkanlar oluyordu zaman zaman ve ağalar her seferinde kaba kuvvetle karşılık veriyordu. Babam diyordu ki, “toprak benim. Ben ekiyorum, suluyorum. Ben biçiyorum. İhtiyacınız varsa vereyim. Ama benden benim ürünümü neden haraç olarak gasp ediyorsunuz?” Soyguna gelen ağalar, “biz senin ağanız. Biz sizi koruyoruz.” diyorlardı. Babam, “beni kimden koruyorsunuz? Benim düşmanım yok ki” dese de bir çare olmuyordu. Bu sistem bu şekilde işliyordu. Bu gasp uygulamasının sadece bizim köyle sınırlı olmadığını, diğer Ermeni köylerinde de benzer uygulamaların varlığını daha sonraları öğrenecektim… Babam, Sasun’a alışveriş için gittiği bir seferinde Ermenilerin İstanbul’a nasıl gittiklerini, İstanbul’a gelen Ermenilere kiliseden gelen görevlilerin nasıl yardım ettiklerini öğrenmişti. Bir gün karar verdi ve “ben bu köyü terk edeceğim” dedi. Gece olmuştu, kardeşleri babamı bu kararından vazgeçirmek istemişlerdi. “Kal burada, beraber direniriz” demişlerdi. Ama babamı bu kararından vazgeçirememişlerdi. “Çocuklarımın geleceği için gideceğiz buralardan” demişti. Kız kardeşim Anuş bir, ben de dokuz yaşındaydık.
İkinci Bölüm 25.12.2020 günü yayınlanacaktır
Mesut Ethem Kavalli