Birinci Hikâye
Üçüncü ve bu hikayenin son bölümü
Vironia Yolunda
Ertesi sabah Kosta erkenden geldi ve beraber yola koyulduk. Önce onun arabasını evine bıraktık. Kosta, kaşla göz arasında içerisinde mis gibi kokan taze börek, açma ve bohçaların olduğu paketlerle döndü arabaya. Arabada herkes çok heyecanlıydı. Kızım Ani nereye veya kimin yanına gittiğimizin tam farkında değildi. Onun heyecanı yolda olmamız ve değişik yerler görmesinden geliyordu ve bu onu yeterince mutlu ediyordu. Oğlum Miran ise çok daha heyecanlıydı. Anastasya’yı merak ediyordu. Onu bulup bulamayacağımızı tahmin etmeye çalışıyordu. Devrim bir yandan yıllar sonra Anastasya’ya bu kadar yaklaşmış olmamıza çok seviniyor, diğer yandan da onu bulamazsak, elimizdeki bilgiler doğru değilse benim yaşayacağım hayal kırıklığının tedirginliğini yaşıyordu. Kosta bize yol boyu geçtiğimiz yerlerle ilgili bilgiler veriyor, bölgeyi tanıtıyordu. Bir saat kadar bir yolculuktan sonra köye geldik. Köyün girişindeki ilk taverna olan Aule Taverna’nın önünde durduk. Hep birlikte tavernanın bahçesine girdik ve ağaçların gölgesinde kurulmuş masalardan birine oturduk. Büyükler soğuk sularını yudumlarken çocuklar da dondurmalarının keyfini çıkarıyorlardı. Tavernayı orta yaşta bir çift işletiyordu. Tavernanın kadın çalışanı bizim çocuklara sevgi ile yaklaşıyordu. Çocuklar bahçede oradan oraya koşuyor ve eğleniyorlardı. Kosta tavernanın erkek çalışanı ile konuştu. Durumu anlattı ona. Devrim’ de konuşmak istedi onunla, Almanca bir şeyler söylemeye çalıştı. Bize “siz Türkçe bilmiyor musunuz?’’ dedi taverna sahibi erkek. “Biliyoruz’’ dedik ve Türkçe konuşmaya başladık. Kosta orada bulunma sebebimizi özetle anlattıktan sonra, arabadan kendi kitaplarından iki tanesini getirdi ve bunları hediye etti ona. Bir güven köprüsü kurulmuştu. Yanımızda ömrünü adalet mücadelesine adamış, Pontos halkının acısını, yaşadığı soykırımı binlerce sayfaya dökmüş, belgelemiş dünyaca tanınan bir profesör, Konstantinos Fotiadis referans olarak bulunuyordu. Taverna sahibi erkek iki telefon görüşmesi yaptı ve bize “sizi gitmek istediğiniz yere götüreyim’’ dedi.
Artık Aynı Köydeyiz
Taverna sahibi kendi aracıyla, biz de arkasında yola koyulduk. Küçük bir köydü zaten. İki dakika sonra bir evin önünde durduk. Arabadan indik. Bize eşlik eden Taverna sahibi eliyle önünde durduğumuz evin balkonunu işaret etti. Balkona doğru başımı kaldırdım. Siyah elbiseli, bir elinde siyah bastonla, bembeyaz kısa saçlı bir kadın, evin ikinci katındaki balkondan aşağıdakilere doğru seslendi: “Mesut, oğlum sen misin gerçekten? Dedikleri doğru mu bunların?’’. İşte yıllardan beri hayalini ettiğim o an bu andı! Bulmuştuk artık PONTOSLU RUM ANASTASYA’YI! İnanılacak gibi değildi. Merdivene doğru hızlıca ilerleyerek, üst kattaki dairenin girişindeki balkona çıktım. Sarıldım Anastasya Teyzeme. Anastasya başladı ağlamaya, benim de gözlerim doldu sevinçten. “Ah yavrum. Bu sen misin gerçekten? Benim gözlerim görmüyor artık. Şeker gözüme vurdu yavrum. Kör etti beni. Gel bir daha sarılayım sana. Beni nasıl buldun? Anneni de getirdin mi, sağlığı nasıl?’’. Bütün soruların oracıkta cevap almak istiyordu. İnanamıyordu yaşadıklarına. Hep birlikte eve girdik, oturma odasına yerleştik. Vasula’da oradaydı. Annesinin hemen yanındaki evde eşi ile birlikte oturuyormuş. Sarıldık onunla da. O da çok şaşırmıştı. Koltuklarda hepimiz yerimizi aldıktan sonra Anastasya herkese tekrar hoş geldiniz dedi, sarıldı. Herkesi sordu, kimler vardı odada öğrendi. Devrim, Miran, Ani, Kosta. Oturduk hep birlikte oturma odasında. Ben, Anastasya’nın yanındaki koltuğa oturdum. Anastasya, ellerimi avuçlarının içine almış, sımsıkı tutuyordu. Eski komşularını soruyordu, annemi, kardeşlerimi. Kendisini nasıl bulduğumu soruyordu heyecanla. Onu aramaya başlamama neden olan sebepleri anlatmaya çalıştım. Ona olan bir vicdan ve vefa borcumun olduğunu ve kendisine hiçbir zaman bana yaptığı iyilikler için teşekkür etmediğimi, şimdi ona teşekkür etmek istediğimi söyledim. Ben henüz cümlemi bitirmeden Anastasya “unut bunları’’, “tabi ki yapacaktım, ne güzel günlerdi o günler, hep birlikte geçirdiğimiz günler’’ dedi. Yaptığı iyiliklerin anılmasını istemiyordu. Onun için komşular arasındaki doğal bir dayanışmaydı. Abartmaya gerek yoktu. Konuşmalarımız sırasında, Anastasya’nın daha birçok komşusuna yardım ettiğini, benden başka çocuklara da baktığını öğrenecektim. Hatta baktığı çocuklardan birisi yıllar önce kendisini ziyaret edeceğine dair söz vermiş, ama hiç gelmediğinden hayal kırıklığına uğramıştı Anastasya. Hiç beklemediği bir çocuğunun çıkıp gelip kendisini bulmuş olması onun bu hayal kırıklığını unutturmuş, onu daha bir mutlu etmişti. Artık o eski günleri doğrudan Anastasya’nın ağzından dinliyorduk hep birlikte. Beni ayaklarında sallayarak uyutmasını, evde yaramazlık yapınca nasıl Anastasya’nın evine koşarak gelip saklandığımı anlatıyordu gülerek. “Bazen Niko ‘oğlum senin evin yok mu gitsene evine’ diyerek seni kızdırmaya çalışırdı. Sen de hemen arkama geçer, eteğime sımsıkı sarılırdın, ta ki annenler seni aramaya çıkıp, gelip alıncaya kadar’’. Anastasya birbiri ardına aklına gelen anıları anlatıyor, bazen hüzünleniyor, bazen de içten bir kahkaha ile gülüyordu. 40-50 yıl öncelere gitmiş, o günleri yaşıyordu o anda. Anlattıkları daha dün yaşanmış anılar gibiydi. Vasula’da arada bir konuşuyor, o da kendi anılarını paylaşıyordu bizimle. Anastasya Devrim’i merak etti, onu tanımaya çalıştı. Çocukları sordu. Kosta’yı sordu. Kosta kimdi, nereden tanışıyorduk, nasıl bulmuştuk birbirimizi merak ediyordu. Heyecanımız azalmış, epey bir sohbet etmiştik ve Anastasya “siz yoldan geldiniz, Vasula size hemen yemek hazırlasın” dedi. Biz misafirler önceden anlaşmışçasına hep bir ağızdan “evde yemekle uğraşmayalım, sizi alıp dışarıda yemek yiyelim” dedik. Kabul etti. Bizim “nereye gidelim, köye girerken uğradığımız tavernaya gidelim mi?” sorumuza, “orası güzel bir yer, sahipleri de akrabamdır. Ama gelin bizim komşu köyümüzde bulunan, ormanın içindeki tavernaya gidelim. Oraya hep Niko ile giderdik” dediğinde karar verilmişti bile. Yola çıktık. Dışarısı sıcaktan kavruluyordu, yakıcı bir sıcak vuruyordu yüzümüze. Köyden ayrıldık ve iki üç kilometre sonra komşu köye, Neo Petritsi’ye ulaştık. Dar sokakların sağına soluna dizili şirin kafelerin, restoranların önlerinden geçerek, köyün sol yamacında bulunan tepeye doğru yöneldik. Dev gibi ağaçların güneşin kavurucu sıcağından koruduğu ormanlık bir alanın içerisinde bulunan, Anastasya ve Niko’nun kim bilir kaç kere geldiği, bir sürü hatıralara şahitlik yapmış Oasis Tavernaya ulaştık. Tavernanın bulunduğu alanın ortasından küçük bir dere akıyordu. Bu dere, tavernanın ormana yayılmış açık alanda bulunan masaları ile mutfağın ve terasın bulunduğu ana binasının tam ortasında yer alıyordu. Ana binadan açık alandaki masalara derenin üzerine yapılmış küçük bir ahşap köprüden gidip geliniyordu. Derenin suyu kullanılarak masalara yakın yerlerden geçen küçük kanallar yapılmıştı. Bu kanallara insanlar ayaklarını koyup serinleyebiliyordu. Ayrıca masaların bulunduğu alanın merkezinde buz gibi su akan bir de çeşme vardı. Çocuk parkı hemen yanı başımızda olduğundan çocuklar çok rahat ediyor, biraz parkta oynuyor, oradan çeşmeye koşuyor, sonrada mini kanala giriyorlardı. Bir taraftan akan derenin sesi, diğer taraftan hafif esen rüzgârın okşadığı yaprakların çıkardığı sesler çocukların sesleriyle birbirine karışıyordu. Bu sesler harmonisi insanın içinde derin bir huzur ve mutluluk duygusuna neden oluyordu. Masalara oturmuş, siparişlerimizi söylemiştik. Masaya çeşit çeşit yemekler dizildikten sonra, Anastasya Vasula’ya hangi tabakta hangi yemek olduğunu sordu ve ardından bizi koruma içgüdüsü ile “yavrum bakın, bu iki tabakta domuz eti var, diğerlerinde yok, haberiniz olsun” dedi. Devrim ile birlikte ayrı ayrı “merak etme Anastasya Teyze, yeter ki tadı güzel olsun” dedik ve Anastasya’yı rahatlattık. Tavernanın bulunduğu alan o kadar doğa ile iç içe bir yerde bulunuyordu ki, yemek yediğimiz sıra on metre kadar yakınımızda bulunan ağacın altına yükseklerdeki dalların birinden aşağıya bir yılan düştü. Yılanın ağızında bir fare vardı. Yılan bu fareyi avlarken ve sindirmeye çalışırken daldan yere düşmüştü. Oldukça büyük bir yılandı. Yere çarpınca güçlü bir ses çıktı. Rüzgârın yaprak dallarını okşaması ve akan derenin sularının çakıl taşlarını dövmesiyle çıkan sakinleştirici, harmonili sesler bir anda yerini, yılanın düştüğü masaya yakın yerde oturanların çıkardığı çığlık seslerine bıraktı. Taverna çalışanları olay yerine hemen gelerek yılanı oradan uzaklaştırdılar. Anastasya sesleri, çığlıkları duymuştu, ama tam olarak ne olduğunu anlamamıştı. Anlattık ona olanları. Çocukların korktuğunu düşünerek üzüldü onlar için. Oysa çocuklar, korkmak yerine biraz heyecanlanmışlar ve büyük bir merakla olanları izliyorlardı. Yaklaşmak ve yakından görmek istiyorlardı yılanı. Çocukların korkmadığını ve yılanın oradan uzaklaştırıldığını öğrendikten sonra rahatladı Anastasya. Yemeğe kaldığımız yerden devam ettik. Etrafa tekrar yaprak fısıltılarının ve derenin çıkardığı sesler hâkim oldu, ta ki Devrim Tin Padridam Exasa’yı söyleyene kadar. İlk anki şaşkınlığı uzun sürmedi Anastasya’nın ve hemen eşlik etmeye başladı şarkıya. Vasula ve Kosta’da katıldı koroya. Ardından ikinci şarkı… “Nereden biliyorsun kızım bu şarkıları? Ne güzel söylüyorsun sen?” dedi sevinerek Devrim’e. Devrim’de ona çeşitli dillerde şarkı söylediğini, Pontosça şarkıları da çok severek söylediğini söyledi. Anastasya’ya Tin Padridam Exasa ağıtı sayesinde onu bulduğumuzu anlattık. Artur’un kafesinde, cep telefonundan gelen bu ağıtın sesi benim Sofia ile tanışmama ve sonunda Anastasya’yı bulmama sebep olmuştu. Bu hikâye Anastasya’yı çok duygulandırdı. İnanılacak gibi değildi… Tavernada oldukça uzun bir zaman geçirmiştik. Artık dönüş vakti gelmişti. Telefon numaralarımızı verdik, Anastasya’nın ve Vasula’nın numaralarını aldık. Anastasya’nın köyüne geri döndük. Anastasya ve Vasula’yı eve bıraktık. Evin bahçesinin önünde vedalaşırken Anastasya bana; “bu çok kısa oldu yavrum. Bir dahaki sefere geldiğinizde daha uzun kalın bende. Anneni de getir. Anneni çok özledim, görmek istiyorum” dedi. Derin bir nefes aldı ve ardından devam etti. “Yavrum Mesut, ben bunu hiç beklemezdim. Senin gelip buraya beni ziyaret edeceğin aklımın ucundan geçmezdi. Ben şimdi 20 yıl birden gençleştim. Bugün yaşadıklarımı, beni gelip bulmanı artık ömrümün sonuna kadar unutmayacağım” dedi. Ben, kendisine yaptıklarından dolayı, emekleri için çok teşekkür ettim. “Beni bebekken yıkadın, temizledin vücudumu. Sana büyük bir vefa borcum var. Büyüdükten sonra ise senin varlığını öğrenmem, dostluğunu öğrenmem kendimle, düşüncelerimle, yanlış bildiklerimle hesaplaşmama vesile oldu. Bu kez ruhumun derinliklerindeki karanlıkları aydınlattın, ruhumu temizledin. Bunun için de ayrıca teşekkür ediyorum sana” dedim. Daha önce söylediğini tekrarladı Anastasya; “unut bunları, bunların lafı edilmez, severek yaptım”. Herkese sarıldı sıkı sıkı. Vasula ile de vedalaştık. Almanya’ya gelirse kesinlikle bize uğramasını, kendisini bekleyeceğimizi söyledik kucaklaşırken. Selanik istikametinde yol almaya başladığımızda, büyükler buluşmanın sevincini ve ayrılmanın hüznünü bir arada hissediyorduk. Çocuklar ise o tüm duygusal anların farkındaydılar. Anne ve babalarının yaşadığı heyecan ve mutluluk onları da etkilemişti ve içlerinde hissettikleri mutluluk yüzlerine yansımıştı. Yolda ilerlerken Miran hiç beklenmedik bir anda; “biliyor musunuz, bugün benim hayatım boyunca en mutlu olduğum gündü” dedi. Gözyaşlarımı zor tutuyordum. O küçük yaşına rağmen duygularını ne güzel ifade etmişti sevgili oğlum!
Selanik’e döndükten sonra tatil programını uygulamaya başladık. Halkidiki civarlarındaki sahillere günübirlik gidip gelerek güneşin ve denizin keyfini çıkarıyorduk.
En rahat ettiğimiz yer, çocuklar için çok uygun bir alanda yer alan Nea Moudania (Yeni Mudanya) plajı oldu. Daha sonraki günlerde bu plaja birkaç sefer gidecektik. Daha görmek istediğimiz,
gitmeyi planladığımız birçok yer vardı. Alexandrapoli’ye, Agios Loukas’a (Veriya’ya bağlı), Sidendro’ya (Grevana’ya bağlı), Kavala’ya gidecektik. Bu gideceğimiz yerlerde bizi bekleyenler vardı.
Anastasya’yı bulmuş, onunla nihayet buluşmuştuk. Bir sonraki gitmek istediğimiz yer Agios Loukas köyüydü. Bu köy Almanya’dan arkadaşlarımız Maria ve Kosta’nın köyüydü. Burada Maria’nın babası
Hristo’yu ve ardından Kosta Sidiropoulou’nun annesini ziyaret edecektik. Maria’nın babası Hristo ile Almanya’ya çocuklarını ziyarete geldiğinde tanışmış, bir seferinde Maria ve Kosta’nın
evlerinde ve bir kez de bizim evde buluşmuş, çok güzel bir zaman geçirmiştik. Hristo bizi davet etmiş, “Yunanistan’a geldiğinizde mutlaka bana uğrayın” diye söz verdirmişti. Kosta, kayınpederi
Hristo’nun adres ve telefon bilgilerini vermişti bize önceden. Zaten iş arkadaşım Kosta ile Selanik’e geldiğimizden beri sürekli haberleşiyorduk ve Kosta bize yardımcı olmak için hep hazırda
bekliyordu. O sıra Agios Loukas’ta yaşayan annesi rahatsızlandı. Kosta planda olmamasına rağmen bizimle aynı dönemde Almanya’dan uçakla geldi annesinin yanına. Bizim Agios Loukas’a doğru yola
çıktığımız sabah, Kosta annesini sağlık kontrolleri için Veriya’ya götürmüştü. Veriya’da bu yüzden Kosta ile görüşemedik. Agios Loukas’a doğru Kosta Fotiadis ile yola çıktık. Bu kez iki araba ile
yola çıkmıştık. Agios Loukas’a yaklaştığımızda Hristo ve onun damadı iş arkadaşım Kosta ile haberleştik. Köyün merkezinde bir kafenin önünde durduk ve kafede oturduk. Almanya’da bulunan Maria’ya
eşi Kosta’nın evinin resimlerini yolladık. Ev, oturduğumuz kafenin hemen karşısındaydı. Önceleri Almanya’da çalışmış, emekli olduktan sonra köylerine dönmüş iki kişi ile tanıştık o sırada. Biraz
onlarla da sohbet ettik Hristo gelmeden, onu beklerken. Kısa bir zaman sonra Hristo geldi. Sarıldık. Hristo bu ziyarete çok sevindi. Kosta Fotiadis ile tanıştılar, ortak arkadaşları varmış.
Birlikte çekildiğimiz resimlerimizi yolladık oracıktan Maria’ya. Maria kuş olmak, bizim yanımıza uçmak istiyordu. Onun için de sarıldık babasına, öptük yanaklarından. Öğlen sıcağı bastırıyor,
tarlalarda çalışan erkekler teker teker bulunduğumuz kafeye geliyorlardı. Bazıları soğuk frapelerini yudumlayarak sohbet ediyor, bazıları da kâğıt oynuyorlardı. Hristo ile kısa da olsa hasret
giderdikten sonra, müsaade istedik. Hristo kalmamızı istedi. Durumu anlattık. Daha birçok yere uğrayacaktık. Vedalaştık ve yollara koyulduk tekrar. Kosta istikametimizi belirledi. Keskin virajlı
yolu ardımızda bırakıp, Veria’yı geçtikten sonra ormanlık bir dağın yamaçlarında bulunan Panagia Soumela’ya (Sümela Manastırına) vardık. Kilise binasını gezdik. Oradan hediyelik eşya satılan
dükkanların bulunduğu alana geçtik. Burada Kosta’nın erkek kardeşi, onun eşi ve çocukları ile tanıştık. Onlar da dükkân işletiyorlar burada. Almanya’ya getirmek için hediyelik eşyaları bu
meydandaki dükkanlardan temin ettik. Devrim bir dükkânda hediyelik eşyalara bakarken, ben Kosta’ya önünde durduğumuz dükkânın vitrininde gördüğüm hamur yemeklerinin pişi olup olmadığını sordum.
Kosta bir poşete doldurttu hemen nefis pişileri baba şefkati ile. Dayanamayıp oracıkta başladım yemeğe. Yeni tanıştığımız bu güzel insanlar, Kosta’nın abisi, abisinin eşi ve kızları bizi çok
içten karşılamışlardı. Onlarla vedalaştık ve düştük yollara yeniden. Grevena istikametine doğru ilerlerken iki mola daha verdik. Birinci molayı Kosta’nın kız kardeşine ait olan bir restoranda
verdik. İkinci molamızda Kosta’nın kuzenini ziyaret ederek, oradan aile mezarlığına geçip mumlar yaktık. O günün akşamında Florina’da Zahoridis Kardeşlerin konseri vardı. Ben, çocuklarla
Selanik’e geri dönecektim ve Kosta ile Devrim konsere gideceklerdi… 2017 kışında kaybettiğimiz arkadaşımız Kosta Sidiropoulou’nun köyüne doğru yola çıktık. Yüksek bir tepenin üzerinde bulunan
Sidendro köyüne girdikten sonra, Kosta’nın annesi Sofia Sidiropoulou’nun evine uğramadan doğrudan mezarlığa gittik. Mezarında mumları yaktık. Ardından Kosta Sidiropoulou’nun annesinin evine
gittik. Eleni ile sürekli iletişim halindeydik. Yaşadıklarımızı, günlük yapmayı planladığımız ziyaretleri ona bildiriyorduk. Kendisinden kayınvalidesinin bizim için hiçbir hazırlık yapmamasını,
yorulmamasını, sadece kendisini göreceğimizi söylemesini istemiştik köye doğru yola çıkmadan önce. “Ben ona söylerim söylemesine de o sizi evinde ağırlayıp yemek yedirmeden hiçbir yere göndermez,
haberiniz olsun” demişti. “Olsun, sen yine de ısrar et” dedim son bir kez, günler öncesinden defalarca söylediğimiz gibi. Kosta’nın annesini çocuklar ve ben ilk defa görüyorduk. Devrim ve Kosta
Fotiadis önceden tanıyorlardı. Rengârenk çiçekler, meyve ağaçları ve asma dallarıyla çevrili avludan geçerek evin girişine ulaştık. Kapıda karşıladı bizi Sofia. Kosta gibi iri yarı, uzun
boyluydu. Siyahlara bürünmüştü. Kosta’sının yasını tutuyordu halen. Acısı çok tazeydi. Bize teker teker sarılırken, bir yandan gözlerinden sel gibi gözyaşı akıyor, diğer yandan da ağıtlar
söylüyordu. Bir türlü alışamamıştı yavrusunu erken kaybetmeye. Kosta’sının arkadaşları gelmişti uzaklardan yanına. Biraz soluklandıktan sonra, meyve suları, meyve çeşitleri ikram etti. Ardından
özenle hazırladığı nefis yemekleri getirdik hep birlikte masaya. Eleni’yi, bizi dinlememiş, kendi bildiğini yapmış, yormuştu kendini. Ardından tatlılarımızı yedik. Sofia tatlı, şeker, lokum dolu
paketlerde hediyeleri, çocukların ayrı ayrı hediyelerini verdi. Bu da yetmemiş, poşetlere elma, armut, taze incir doldurmuştu. Teşekkür ettik. Vitrinde ve duvarlarda asılı olan Kosta’nın çocukluk
ve gençlik yıllarından resimlerini gördük. Bu resimlerin hikayelerini anlattı Sofia bize. Arada bir gülümsüyor, hüznüne ara veriyordu bunları anlatırken. Kosta’nın ablası, onun kızı ve torunu ile
birlikte geldi yanımıza. Selamlaştık onlarla da. Artık yavaş yavaş kalkma ve yola çıkma zamanı gelmişti. Ben, çocuklarla Selanik istikametine, Devrim ve Kosta konser izlemek için tam tersi
istikamete, Florina yönüne doğru yola koyulduk. Akşam olmuş, güneş yavaş yavaş tepelerin arkasında koyu kızıl ışığıyla kaybolmaya başlamıştı. Harika bir ışık cümbüşüne tanık oluyordum çocuklarla
yol boyunca. Bu güzel manzaranın tadını çıkararak ilerlerken Selanik’e nasıl vardığımızın farkında bile olmamış, içimden “yolumuz biraz daha uzun olsaydı da bu doğa harikasını izlemeye devam
edebilseydik” diye düşündüm. Eve geldik. Hazırlandıktan sonra yemeğe çıktık Miran ve Ani ile. Eve yakın bir yerde, sandalyeleri ve masası standart ölçülerden oldukça küçük olan bir restoran
vardı. Buraya gelmek için ancak bugün fırsat bulmuştum. Çok da iyi olmuştu! Yemekler nefisti. Eve yakın olduğundan araba ve park sorunu da yoktu. Bugün de yoğun bir gün geçirmiştik. Artık eve
gidip hemen uyuyabilirdik ve öyle de yaptık!
İkinci Ziyaret
Selanik’te on gün kalmayı planlamıştık. Oraya geldiğimiz ilk andan itibaren günlerimiz çok yoğun bir tempoda geçiyordu. Şansımıza hiçbir aksilikle karşılaşmamış, sağlık sorunu da yaşamamıştık. Öyle gözüküyordu ki on gün az gelecekti bize. Ev sahibimiz Joanis ile konuştuk. Ev kiralanmıştı ve biz çıktıktan sonra başkaları yerleşecekti buraya. Joanis, evi tanıdık dostlarına kiralamıştı. Bu dostlarıyla konuştu ve onlara başka bir daire ayarladı. Ardından Joanis bizi arayarak istediğimiz kadar kalabileceğimizi söyledi. Böylelikle dört gün daha uzattık tatilimizi. Durum böyle olunca Anastasya’yı bir kez daha ziyaret etme fırsatı çıktı ortaya. Devrim, Hristo ile buluşup lira eşliğinde Pontos şarkıları çalışacaktı. Ben, çocuklarla Anastasya’yı bir kez daha görmeye karar verdim.
Sabah kahvaltı sonrası Anastasya’yı aradım. Kendisini tekrar ziyaret etmek istediğimi söyledim. Bu habere çok sevindi, “buyurun gelin yavrum” dedi. Artık yolu öğrenmiştim. Bir saat kadar sonra evin önündeydik. Merdivenleri koşarak çıktık çocuklarla. Zile bastım. Kapıyı açtı Anastasya. Kucaklaştı üçümüzle. İçeri girdik. Anastasya, Vasula’ya haber verdi. Vasula geldi, kucaklaştık onunla da. Bir önceki geldiğimizde Niko Amcanın mezarını ziyaret edememiştik. Bu kez yanımızda mum da getirmiştik. “Biraz oturalım sonra mezar ziyaretine gideriz” dedi Anastasya. Anastasya, Vasula’ya Sara halasını arayıp geldiğimizi haber vermesini söyledi. Çünkü bizi çok görmek istiyormuş ve “bir daha gelirlerse bana kesinlikle haber verin” demiş kendilerine. Bir süre sonra Sara geldi yavaş yavaş adımlarla. Merdivenleri çıkmakta, yürümekte zorlanıyordu. Bacaklarının ağrısının ona hissettirdiği acıyı yüzünden okumak mümkündü. Kucaklaştık. Sara’yı çocukluk dönemimden hatırlamıyordum. 1993 yılında Anastasya ile tanışmıştım ama Sara’yı çocukluğumdan sonra hiç görmemiştim. Sara, annemin bana anlattığı gibi şen şakrak, neşe dolu, hayat dolu, bir konuşup iki kahkaha atan birisiydi, tüm ağrılarına rağmen. Geçmişi çok iyi hatırlıyordu. Hafızası o günlerin anılarıyla doluydu.
İkisini karşılaştıracak olsam, Anastasya ciddi, az konuşan biraz karamsar bir kişiliğe sahipti. Sara ise tam tersi, şakacı, konuşmayı, anlatmayı seven, iyimser bir kişilikti. Sara, benim ilk defa duyacağım bizimle ilgili anılarını paylaştı o gün.
Annemin doğum sancıları tutunca, Anastasya işteymiş o sırada. Sara evdeymiş. Koşarak dışarı fırlamış, dışarıda inşaatta çalışan, tanımadığı bir adama acil bir taksi çağırmasını söylemiş. Taksi hemencecik gelmiş. Annemi alıp taksi ile önce babamın çalıştığı işyerine gitmişler. Oradan babamı da alıp hastaneye.
Başka bir hikâye ise ismimin verilmesi ile ilgiliydi. Dedem ismimin koyulması ile ilgili kendi tercihini doğrudan anne ve babama bildirmek yerine, bir kâğıda “Mesut” yazıp Sara’ya vermiş. “Bunu ver onlara, çocuğun ismini onlarda isterse ‘Mesut’ koysunlar” demiş. “Amca bu ismin bir anlamı var mı?” sorusuna, “bizim oralarda eski bir liderin ismi” cevabını vermiş dedem. Bu “lider” kişinin kim olduğu ile ilgili bugüne kadar hiçbir fikre sahip değilim.
Dedem, Sara ve Niko’nun babası ile çok iyi arkadaşlarmış. Zamanlarını birlikte geçirirlermiş. Türkçe filmlerin gösterildiği sinemaya giderlermiş film izlemeye. Anne ve babamın düğünlerine, Türkiye’ye davet etmiş dedem onları. “Gelin, sizi gezdireceğim” diye söz vermiş. Bu ziyaret gerçekleşmemiş. Nedenini ben de bilmiyorum. Belki atalarının yaşadıklarının zihinlerinde neden olduğu travma, yüreklerinde açtığı yara… Kim bilir?
Niko ile babamın ilişkisi, hem dostluk, komşuluk, hem de iş arkadaşlığıymış. Birlikte çok anıları olmuş. İkisi de yoktu artık aramızda! Erken kaybetmiştik onları. Bir gün Niko, babam ile sohbetinde “Cahit, bir harp çıkarsa biz ikimiz ne yapacağız arkadaş? Birbirimizi vuracak değiliz ya!” demiş. Babam “tabi ki vurmayacağız birbirimizi Niko. Sen oradan çalıştığımız fabrikanın ismini bağıracaksın, ben bu taraftan aynı ismi. Kimse kimseye zarar vermeyecek böylece” demiş. Bunu anlatan Sara’ya “hiç yoktan iyidir, ama kendilerine ‘bizi birbirimize neden vurdururlar bu efendiler’ diye sorsalardı daha isabetli olurdu belki de” dediğimde hep birlikte gülüştük.
Niko, Almanya’dayken beraber çalıştığı bir Türk iş arkadaşı Türkiye’ye askere gidince ona bir mektup yollamış. Bu mektubun hikayesini biz tatil sonrası Almanya’ya döndükten sonra Niko ve ailemin ortak arkadaşından dinledim. Bahsi geçen kişi Almanya’daki işyerinden izin alıp askerlik yapmak için Türkiye’ye gitmiş. Bir gün bölük komutanı yanına çağırmış onu. Bundan sonrasını ondan dinleyelim. “Bölük komutanı bir er yollamış yanıma. Al onu getir hemen yanıma demiş. Komutanın yanına gittim. Tekmil verdim. Komutan, sinirli bir ifade ile elindeki zarfı bana göstererek ‘bu ne lan?’ diye bağırdı. Benim hiçbir şeyden haberim yok. Benden ne istiyor bilmiyorum. Elindeki zarfın ne olabileceğiyle ilgili hiçbir fikrim yoktu o anda. ‘Bilmiyorum komutanım’ dedim. Komutan elindeki zarfı bana yaklaştırıp, ‘kim lan bu Niko Papadologos? Sen ajan mısın?’ diye gürledi. Zarfın üzerindekileri okuyunca yavaş yavaş olayı anlamaya başladım hemen. Zarfı daha açmamışlardı. Elime uzattı zarfı, ‘aç şu mektubu yanımda’ dedi. Mektubu aldım, açtım zarfı. Zarfın içinden ‘Sevgili Kardeşim…’ diye başlayan kısa bir mektup ve bir miktar para çıktı. Bir taraftan Niko’nun beni düşünüp gösterdiği inceliğe, dayanışmaya sevinirken, diğer taraftan komutanın büyük bir suçluyu yakalamış edasıyla arka arkaya sorduğu sorulara cevap vermenin sıkıntısını yaşıyordum. Bu mektubun ne Türkiye ile ne Yunanistan ile ne de ajanlıkla bir ilgisi yoktu. İş arkadaşım, komşum, dostum Niko beni düşünmüş, yalnız bırakmamış ve dostluğunu göstermişti. Hepsi bu. Komutanın Niko ile benim Yunanistan adına ajanlık yaptığımızı ispatlamak için ısrarlı çabaları bir sonuç vermedi. Tekrar tekrar aynı cevabı verdim. ‘Dost, arkadaş, komşu…’ Komutan bir zaman sonra ikna oldu. ‘Hemen o arkadaşına haber ver, bir daha sana mektup filan göndermesin!’ emrini verdikten sonra bıraktı yakamı.”
...
Sara ve Anastasya tekrar tekrar, “çok güzel günlerdi o günler, çok güzel zaman geçirdik birlikte, siz bizi çok severdiniz, biz de sizi” dediler. Bunları duymak beni çok mutlu etmişti. Akşam oluyordu. Selanik’e dönmemiz gerekiyordu. Müsaade istedim onlardan. Sara’nın anlatacağı daha o kadar çok anı var ki. Keşke daha erken gelmiş olsaydık. Ama ben bu anıları Sara’dan ayrıca dinlemek istiyordum. Onun için başka bir zaman ayrıca ziyarete geleceğimi söyledim. Vedalaştıktan sonra yola çıktık.
Akşam karanlık çökmeden ulaşmıştık Selanik’e. Bulunduğumuz bölgede apartmanların alt katlarında dükkânlar, marketler, oto yedek parça acenteleri, kunduracılar, kasap, manav, baharatçı, kafeler kısaca küçük esnaf işletmeleri vardı. Dikkatimi çeken durum, bu dükkanların tahminen yüzde 30-40’ının kapanmış, iflas etmiş dükkanlardan oluşmasıydı. Ekonomik krizin izleri daha tap taze kendini gösteriyordu bu bölgede. İşte tam da küçük esnafların yoğun olduğu bu bölgede, dışarıda kaldırımın üzerinde kurulu masaları olan şirin bir esnaf lokantası vardı. Arabayı park ettiğimiz garajın karşısındaydı bu lokanta. Hep önünden gelip geçerken merak ediyor, bir şeyler denemek istiyordum burada. Fırsat olmamıştı o güne kadar. Şimdi zamanımız vardı, en uygun an bu andı. Garajdan çıkıp doğrudan yolun karşısına geçtik. Lokantanın içerisinde ızgaranın üzerindeki manzaraya bir göz atıp nefis kokuları içime çektikten sonra kaldırımın üzerindeki masalardan birine oturduk. Dükkânda çalışanlar çok cana yakın insanlardı. Almanya’da uzun zaman yaşamışlardı içlerinden bazıları. Çocuklar da keyif aldı kendileriyle ilgilenilmesinden ve Almanca sohbet edilmesinden. Selanik’teki bu esnaf lokantasındaki yemekler harikaydı. Böylece Selanik’te daha sonraki ziyaretlerimizde kesinlikle uğrayacağımız restoran sayısı an itibariyle iki olmuştu. Biri Selanik’e geldiğimiz ilk gün gittiğimiz Elias Taverna, ikincisi bu esnaf lokantasıydı. Daha sonraki günlerde harika işkembe ve paça çorbaları yapılan, helvasına bayılacağımız Tsarouchas adlı üçüncü mekânı bulacak ve buraya iki gün arka arkaya gidecektik.
Aradan Üç Ay Geçtikten Sonra
Üç ay önceydi ilk görüşmemiz. 20 Ağustos 2019’da bulmuştum onu aradan geçen yılların ardından. Zaman su gibi akıp gitmişti. Tatil dönüşü, çocukların okulu, anaokulu, iş güç derken farkına bile varmamıştım bunun.
29 Kasım 2019 günü telefonlaştığımızda, Anastasya hasta yatakta yattığını, bel ağrısının artık dayanılmaz hale geldiğini söyledi hüzünlü bir ses tonuyla. Ayakları artık kendisini taşıyamıyormuş. Karşılıklı sağlık durumlarımızı, ailelerin durumlarımızı öğrendikten sonra Yunanistan tatillimizi sordu.
“Yunanistan nasıldı yavrum, beğendin mi?’’.
“Çok beğendim, çok güzel şeyler yaşadık, bir an önce bir daha gelmek istiyoruz Anastasya Teyze’’ dedim.
“Gelin yavrum, en az bir hafta kalın yanımda, ben sizi çok özledim. Bu geldiğinizde çok kısa görüştük’’ dedi.
Bir daha ne zaman gideceğimizi henüz planlamadığımızdan ona net bir tarih verememiştim.
“Eee yavrum. Gelinde göreyim sizi… Kim bilir ne kadar yaşayacağım daha... Belki geldiğinizde ben burada olmayacağım’’ dedi.
“Anastasya Teyze, ne acelen var. ‘Yakında giderim’ deyip duruyorsun. Daha geleceğiz, görüşeceğiz. Sende kalacağız. Merak etme, üzülme’’ diyerek moral vermeye çalıştım.
“Çocukluğun geliyor aklıma. Bir sürü unuttuğum anıları tekrar hatırlıyorum şimdi. Ne güzel günlerdi o günler… Sizler… Diğer komşular… Ah ah…’’
Annemi sordu tekrar tekrar. Eski komşularını sordu. Onlara selamlarını yolladı…
“Artık seni sık sık arayacağım’’ dedikten sonra vedalaşarak kapattım telefonu. Anneme ve sorduğu eski komşusuna Anastasya Teyzenin selamlarını ilettim. Çok sevindiler. Arayacaklarını söylediler…
___SON____