Birinci Hikâye

AnastasYa'yı Ararken


İkinci  Bölüm

 

Aklıma çocukluğum geldi. Çocukluğumda okul tatillerinde annemin Tokat’ta bulunan köyüne giderdim. Tokat’tan Turhal istikametine ilerlerken sanki uçsuz bucaksızmış gibi görünen yemyeşil bir ovanın, Kazova’nın içinden geçilirdi. Anayolun sağ tarafından Yeşilırmak kıvrılarak akar, ovaya can verirdi. Çocukluğumda Tokat’tan Turhal’a kadar uzanan bu ova cennet gibi gelirdi bana. Bostanlıklar, meyve bahçeleri ve o güzelim üzüm bağları, domates, fasulye, mısır, pancar, buğday, salatalık, soğan, patlıcan, kabak, nohut tarlaları… Artık o güzelim üzüm bağlarının çoğu söküldü, yerini tahıl tarlaları aldı. Buralarda yetişmeyen bir meyve ya da sebze yoktu sanki. Sabah kahvaltısından sonra dayılarımın evinden çıkar, akşama kadar eve yemeğe gelmeye ihtiyaç duymazdım. Karpuz ve kavunlar kayaların keskin yerlerine vurularak yarılır ve ikiye bölünen parçaların her biri bütün halinde yenirdi. Kafamın yarısı yarım karpuzun içinde kaybolurdu. Kiraz zamanı kiraz ve erik, yazın ortalarında ise elma, armut, kaysı, şeftali, dut, üzüm yenilirdi. Köyde yaşayan dedem, anneannem, dayılarım, teyzem, yengelerim, onların çocukları kuzine ve kuzenlerim çiftçilikle uğraşır, sabah gün doğumundan akşam güneş batana kadar tarlalarda çok ağır koşullarda çalışırlardı. Gece de durulmaz, tarlalar sulanırdı. Kadınların işi tarladan sonra da aynı yoğunlukta evde devam ederdi. Evlerde su sisteminin olmadığı dönemlerde, kovalarla eve su taşırlardı. Soba yakarlar, yemek yaparlar, fırın yakar ekmek yaparlar, çamaşırı elde yıkarlardı. Kümes hayvanlarının beslenmesi, ineklerin sağılması yine kadınların işleri arasındaydı. Evlerin iç ve dış sıvaları topraktan olduğundan yılda en az bir veya iki kez balcıkla sıvarlardı duvarları. Kış geldiğinde de tütün yaprakları kaplardı oturma odalarını. Sişlerle ipe dizilen ve kurutulan tütün yaprakları deste yapılırdı. Saymakla bitmezdi onların işleri. Bütün bu ağır çalışma koşullarına rağmen hepsi benimle yakından ilgilenirler, rahat ettirirler ve birazda şımartırlardı. Annem, babam ve kardeşlerimden ayrı, onlardan uzaklarda yaşadığımdan, bu eksikliği, özlemi unutturmaya çalışırlar, her biri ayrı ayrı özenle titrerdi üzerimde. Kendi çocuklarına göstermedikleri ilgiyi bana gösterirlerdi. Çok güzel günlerdi o günler! Okullar tatile girdiğinde babamın babası Mehmet dedem Sivas’tan Tokat’a getirirdi beni. Tokat’ta sebze halinde bir mola verir, sebze halinde annemin halasının eşi Bahri enişte ve oğlu Mustafa’nın işlettiği, bana göre dünyanın en güzel etli ve peynirli pidelerinin yapıldığı pide salonuna uğrardık. Mustafa benden birkaç yaş büyüktü. “Vay yeğenim, hoş gelmişsin” diyerek sarılmalarımızı, babası ile birlikte bana tıka basa bütün pide çeşitlerini denetmelerini, yol için yine poşetler dolusu pide hazırlamalarını asla unutamam. Bu öyle bir rutin haline gelmişti ki, biraz daha büyüyüp Sivas-Tokat arası yolculukları tek başıma yaptığım zamanlarda da sürüp gitmişti Bahri eniştenin pide dükkanını ziyaretler ve pide ziyafetleri. Mustafa büyüyecek, evlenecek ve çocuğu olacaktı. Pideciliği bırakıp, sebze satıcılığına başlamışlardı babası ile. Bir pazar yerine yolculuk sırasında geçirdiği trafik kazasında kaybettik sevgili Mustafa’yı çok genç bir yaşta. Naciye halanın oğlu Mustafa için yaktığı acılı ağıtlarını hiçbir zaman unutamadım. Artık Mustafa, Bahri enişte ve Naciye hala yok aramızda... O zamanlar Tokat’a geldiğimde, Tokat’ta yaşayan dayımın evine de giderdim. Dayım, yengem ve iki kız bir oğlan çocuğundan ibaret küçük ailesi ile Tokat Kalesinin altında, tepede tarihi bir evde yaşardı. Eski ve tarihi evlerin henüz ayakta olduğu, daracık taş döşemeli sokaklardan gidilirdi bu eve. Özenle işlenmiş desenlerin olduğu kahverengi ahşap ve yüksek kanatlı bir kapıdan girilirdi avluya. Avlunun üzeri kapalıydı ve ana binaya aitti bu bölüm. Tabanı iri taş döşemeli avludan içeri girildiğinde direkt karşıda tulumba çeşme, sağ tarafta yukarıdaki odalara çıkılan duvara bitişik haldeki ahşap merdiven, yine sağ tarafta merdivenin altında, çeşmenin yanında tuvalet vardı. Sağ duvarda, merdivenin başında bahçeye açılan başka bir ahşap kapı vardı. Buradan içinde incir ve nar ağaçlarının olduğunu iyi hatırladığım bahçeye çıkılırdı. Avludan yukarıya çıkıldığında, büyük bir oturma odası, yatak odaları ve mutfağın yer aldığı bölüme geçilirdi. Bu ev, Tokat’ta gördüğüm diğer evlerden çok farklıydı. Evin mimarisi ve diğer özellikleri, yıllar sonra Tokat’taki Ermeni yaşamını anlatan kitaplarda okurken tekrar karşıma çıkacak, edindiğim bu yeni bilgilerden sonra kendi kendime sonradan “bu kesinlikle bir Ermeni eviydi” diyecektim. Dayım çok candan, tertemiz yürekli bir insandı. Onu da çok erken kaybetmiştik. Aradan yıllar geçmişti. 2012 veya 2013 yılında olmalıydı. Tokat’ta dayımın eşini ve oğlunu ziyaret etmiştim. Artık başka mahallede, yeni bir evde oturuyorlardı. Konuşmamız sırasında sohbeti eski günlere, eski mahallelerinde oturdukları eve getirmiş ve bilgi almak istemiştim. Tahminim doğru çıkmıştı. Dayımların kaldığı o gizemli ev, bir Ermeni eviydi. Sahibi olan Ermeni aile İstanbul’da yaşıyordu ve 80’li yıllarda dayımlar bu evde kiracı olarak oturmuşlardı. Ev sahipleri Ermeni ailenin Tokat’taki yaşadıklarının detaylarını ve İstanbul’a göçün hangi sebeplerden ve hangi koşullarda gerçekleştiğini öğrenmek mümkün olmadı. 13 yıl Türkiye’de yaşamış ve defalarca tatillerde Tokat’ta bulunmuştum. Tokat’tan Turhal’a uzanan Kazova’da Yeşilırmak’ın iki yakasındaki birçok köye gitmiş gezmiştim buraları. Ermenilerin Tokat’taki varlığıyla ilgili hiçbir şey duymamış, hiçbir bilgiye sahip olmamıştım. Yıllar sonra tarihle yüzleşme sürecinin başlamasıyla birlikte Tokat’ta yaşamış Ermeni ve Pontos halklarının tarihi, Soykırımın Tokat’ta hayata geçirilişi, hayatta kalanların yaşadıklarını ve başlarına gelenleri öğrenme imkânım olmuştu. Annemin köyünde, dayımlarla Ermeniler ve Pontoslular hakkında konuşmak istiyordum. Nasıl bir tepki vereceklerini kestiremiyordum. Ama onlar nasıl algılıyorlardı acaba bu tarihi gerçekleri? En azından Ermeni ve Pontoslu Rumların Tokat’taki tarihi varlığından hiç bahsedilmemiş olması, tarihi unutturma planının başarılı olduğunun ispatıydı. Tokat’taki dayımın kaldığı evin Ermeni evi olduğunu teyit ettirmiştim ama koca Kazova ovasına ne demeliydi? Buralardaki Ermeni ve Pontos Rum varlığını acaba köyde yaşayan büyük dayımla konuşabilecek miydim? Büyük dayım ile evlerinin Yeşilırmak’a ve Kazova’ya tepeden bakan ön cephesindeki duvara sırtlarımızı dayamış, ağaç kütüklere oturmuş vaziyette sohbet ediyorduk. Akşam olmuş, güneş batıyordu. Ovanın karşısında, dağların yükseklerinde bulunan evlerin ışıkları yavaş yavaş yanmaya başlıyordu. Bu ışıklar bazen yanıp sönüyor gibi geliyordu bize bulunduğumuz yerden. Oysa rüzgârın etkisi ile sallanan ağaç dallarının, yaprakların ve dallarda salının meyvelerin oyunuydu ışıkların göz kırpması. Konuşurken lafı İsmet dayımın Tokat’taki evlerine ve ev sahiplerine getirmiş ve Kazova’da Ermeni veya Pontoslu Rum köyleri olup olmadığını sormuştum. Büyük dayımla ilk defa böyle bir konuyu konuşuyordum. Dayım, benim soruma düşünmek için beklemeden direkt cevap verdi. Başladı saymaya köylerin isimlerini. Şaşkına dönmüştüm! Dayım saydıkça sayıyordu. Sıraladığı köylerin bazıları hemen yanı başımızdaki komşu köyler, bazıları Pazar ilçesine yakın köylerdi. Turhal’a kadar yaklaşmıştı bildiği Ermeni köylerinin listesi. Ovanın karşı yamacında, bize ışıklarıyla göz kırpan tepelerde ve daha yüksek noktalarda da birçok Ermeni köyü vardı. Çocukluğumda Kazova’daki Kaberdey, Şapsıg, Kürt, Türk, Lezgi, Gürcü, Avar, Kumuk, Laz, Muhacir (Balkan Göçmeni) köylerini duymuştum, ama tek bir Ermeni köyünün varlığından haberdar olmamıştım. Ve şimdi sayıyordu dayım köyleri ardı ardına; Endiz, Gesere, Söngüt, Varaz, Çerçi… Bu köylerde şimdilerde yukarıda sayılan halklar yaşıyordu. Ya o köylerin eski ve asıl sahiplerine ne olmuştu? Dayımdan net bir cevap alamadım bu soruma karşılık. “Göçmüşler hepsi buralardan”. Bazı köylerde müslümanlaştırılmış Ermenilerin varlığından bahsetti dayım… 1894-96 katliamlarından önce toplam nüfusu 202 bin olan Tokat Sancağı’nda 38 bin Ermeni yaşıyordu. Bu sayımdan 20 yıl sonra, 1915 soykırımı öncesinde Tokat merkez 17 bin olmak üzere, Niksar, Erbaa ve Zile’de eklendiğinde toplam 32 bin nüfusa sahip Tokatlı Ermenilere ne oldu? Tokat’taki nüfusları 1914 nüfus sayımına göre 17 bin olan Pontoslu Rumlara ne oldu? Neden burada değillerdi?

 

Artık gece olmuştu. Dayım çevredeki köylerin kısa kısa hikayelerini anlatmıştı. Dayımla yaptığım bu konuşma beni çok mutlu etmişti. Dayım sanki o güne kadar birisinin kendisine bu soruları sormasını beklemiş ve cevaplarına önceden hazırlanmış gibi anlatmıştı her şeyi. Ermenilerin ve Pontosluların başına gelenleri, onların planlı bir soykırıma uğradıklarını, bu soykırımla onların kökleriyle bağının koparıldığını arşiv belgelerine, telgraflara vs. atıfta bulunarak anlatsam, acaba bana o köylerin Ermeni köyleri olduğunu anlatır mıydı? Ona belgeler yerine Yozgat, Elâzığ, Sivas, Maraş, İstanbul, Malatya, Kastamonu, Dersim, Mardin, Tokat, Diyarbakır, Ankara, Muş’tan gelen Ermeni ve Pontos Rumu arkadaşlarımdan bahsettim. Onların 100 yıl önce akrabalarının başına gelenleri, ailelerinde soykırımda öldürülen insanlardan örnekler vererek, onların kendi topraklarını terk ediş hikayelerinden örnekler vererek anlatmaya çalıştım. Tokat’ta Ermeni ve Pontos Rumlarının köylerinde yaşamıyor olmasının sebebinin, kendi rızalarıyla buralardan göç etmesinden kaynaklı olmadığını anlatmaya çalıştım. Verdiğim örnekler, dostlarımın kendi yaşadıkları ve aile büyüklerinin yaşadıklarından ibaret olduğundan, bu yollu bir iletişim kurmak kendimce daha kolay olmuştu. Artık gece yarısı olmuş, uyku vakti gelmişti. Odalarımıza çekilmiştik. Dayımın anlattıkları zihnimde bir film şeridi gibi geçiyordu…

 

Aynı tatil döneminde, küçük dayım ile Turhal’da buluşmuştum. Yengem ve dayım bize nefis yemekler hazırlamıştı. Yemek faslından sonra Tokatlı Ermeniler ve Pontoslu Rumlarla ilgili küçük dayımdan da bilgi almak istiyordum. Ona, Almanya’da Niksarlı Pontos Rumu bir arkadaşımın olduğunu anlattım. Niksar’a hiç gelmemişti. Dedesinin köyüne gelip görmeyi çok istiyordu bu arkadaşım. Dayım, “altın mı arayacak yoksa” diye sorunca hem şaşırmış ve hem de çok üzülmüştüm. Gerçi niye şaşırmıştım ki? Atalarının topraklarını ziyarete gelen, dedelerinin, ninelerinin yıkık evini, varsa mezarlarını ziyaret etmek isteyen Ermeni ve Pontoslu Rumlar hep aynı soruyla karşılaşmıyor muydu bu ülkede? Kitaplardan okuduğum onlarca örneği bir kenara bırakalım, bizzat tanıdığım iki kişi vardı benzeri soru(n)larla karşılaşan. Biri Yozgatlı yaşlı bir Ermeni amca, diğeri de Muşlu Ermeni bir tanıdıktı. Yozgatlı amca genç yaşta köyünü zorunlu terk ederek önce İstanbul’a oradan da Almanya’ya göç etmişti. 2000’li yılların başlarında doğup çocukluğunu geçirdiği Yozgat’taki köyüne gitmiş, etrafını “harita nerede? Altınlar nerede gömülü? Yeri göster, bizde alet var, buluruz biz! Tek başına mı götüreceksin hazineyi!” türünde tehditkâr sorular soran tuhaf adamlar çevrelemişti. Oysa o, harabe olmuş aile mezarlarını ziyaret edecek, son bir kez doğduğu köyü baştan sona yürüyecek, havasını içine çekecek, çocukluk anılarını tazeleyecekti. Ona bunu çok görmüştü bu güruh. Onun, “ben bu köydenim. Burası benim, annemin ve babamın köyü. Ben bu köyde doğdum. Çocukluğum bu köyde geçti. Mezarlarımızı ziyaret etmek, köyümün çeşmesinden bir yudum su içmek istiyorum. Başka hiçbir amacım yok. Bende harita filan yok!” açıklamaları hiçbir etki yaratmamış, tam tersi “uzatma ver şu haritayı” diyerek tehditler daha da sertleşmişti. “Canımı zor kurtardım oğlum. Hemen oraları terk ettim. Bir daha da Yozgat’a hiç gitmedim ondan sonra” demişti bana hüzünlü bir tebessümle. Köyünde ciğerlerine doya doya çekeceği oksijeni bile çok görmüşlerdi ona. Bir diğer duyduğum benzer olay da Muş’ta geçmişti. Muşlu tanıdığım, köyüne gitmiş, ona da harita, gömü, küp, altın sorulmuştu. O da bir şekilde köyden uzaklaşmıştı. Fakat onu takip etmişlerdi ve izini zor kaybettirmiş, canını zor kurtarmıştı.

 

Dayıma bu hikayeleri anlatmış ve eklemiştim; “bu insanlar geliyorlar, kendi köylerinden birer avuç toprak alıp Yunanistan’a, Almanya’ya veya anne babalarının, nenelerinin, dedelerinin mezarları neredeyse oraya götürüp mezarlarının üzerine serpiştiriyorlar. Çünkü bu insanların ataları katliamlara uğramış, hayatta kalanları ise kendi topraklarının, köylerinin özlemini çekmişler ölene kadar. Torunları getirdikleri toprakla ailelerinin hayattayken mümkün olmayan hayallerini gerçekleştiriyor, onları özlemini çektikleri topraklarına kavuşturuyorlar”. Bunları anlatırken, dayım konuşmamı hiç bölmeden dinlemiş, her bir hikâyede yüzü daha da hüzünlü bir ifadeye bürünmüştü. Sabırla beni dinledikten sonra şunları söylemişti: “yeğen neler yaşamış bu insanlar! Millet ne derdinde biz ne derdindeyiz baksana sen? Vicdanım sızladı, utandırdın beni yeğen! Bak şimdi yeğenim, sen söyle o Niksarlı arkadaşına, buraya gelecek kendisi. Benim misafirim olacak. Ben Niksar’ı çok iyi bilirim. Onu Niksar’a, köyüne götüreceğim. Erbaa, Tokat, Turhal, Zile’yi gezdireceğim. Daha başka nereye gitmek istiyorsa oraya götüreceğim. Senin arkadaşın, benim de arkadaşımdır. Senin dostun benim de dostumdur. Tamam mı!” Bunları duymak ne kadar güzeldi. Sarıldım dayıma o eski günlerdeki gibi. Çocukluğumda tepesinden inmezdim zaten dayımın.

 

 

Anastasya’yı arama hikayesini daha önceleri o kadar çok anlatmış ve yeni bir şey öğrenemeyince hayal kırıklığına uğramıştım ki, artık bu sefer de hikâyeyi anlatacaktım ve yeni bir bilgiye ulaşamadan, hoş bir anı ile eve dönecektim. Belki de eve gittiğimde eşim Devrim’e “çarşıda kafede otururken, yan masada Tin Padridam Exasa ağıtını dinleyen üç kadın vardı, onlarla konuştuk, biri Trabzonlu, biri Giresunlu ve diğeri Samsunlu’’ diyecektim. Konu burada kapanacaktı…

 

Çünkü Anastasya’nın geçmişi ile sorular aklıma takıldığında, Yorgos Andreadis’in “Tamama’’sını hatırlıyordum hep. Andreadis’in ağırlıklı olarak sözlü tarihe dayalı birçok eserlerinin arasında yer alan “Tamama’’, “Neden Kardeşim Hüsnü?’’, “Pontos’daki Evim’’, “Gizli Din Taşıyanlar’’ kitaplarını okuma şansına sahip olmuştum o zamanlar. Ardından, Kemal Yalçın’ın “Emanet Çeyiz’’i, “Seninle Güler Yüreğim’’i, “Sarı Gyalin’’inden şahit oluyordum canlı tanıklıklara. Aras Yayıncılık, Belge Yayınları başta olmak üzere birçok cesur ve emektar yayınevi, bilgisizlikten çoraklaşmış zihinlere hayat veren can suyu olmuştu. Bir de Hrant Dink ve Agos gazetesinin inkarla taşlaşmış kalplere dokunan, kalpleri kazanan o sihirli eli vardı. Hrant Dink’in, o içten, samimi, inançlı tavrı ile beyinleri yalanlarla doldurulmuş, kalpleri kinle körelmiş yüreklere girebilme pratiği ve potansiyeli mevcut inkâr mekanizması tarafından hayati bir tehlike olarak görüldü ve… ve… ve o yüreği sevgi dolu büyük insan katledildi!

 

Tabi ki soykırım süreci üzerine akademik eserlerde üretiliyordu. Taner Akçam ezber bozdu bu alanda. Bilindiği üzere Türk resmi tezi, İngiliz, Fransız vs. belgelerini “savaş döneminde üretilmiş, düşman ülkelerin propaganda belgeleri’’ diye kabul etmez, reddeder. Taner Akçam ve Vahakn N. Dadrian ise özellikle Türk resmî belgelerini, arşiv belgelerini kullanarak soykırım gerçeğini, tarihini kitaplarında gün ışığına çıkaracaktı ve on yıllardır Türkiye halklarına öğretilen soykırımın inkârı tezlerini yerle bir edecekti. Vahakn N. Dadrian, Raymond Kevorkian, Hilmar Kaiser, Doğan Akhanlı, Kostas Fotiadis, Dilek Güven, Hovsep Hayreni, Recep Maraşlı, Tamer Çilingir, Rifat N.Bali, Yves Ternon, Rıdvan Akar, Mihalis Haralambidis, Ümit Kurt, İrfan Palalı… Bu örnekler gibi daha birçok vicdanlı, yürekli entelektüel ve yazarların eserleri, sözlü tarih çalışmaları olsun, akademik araştırmaları olsun, sinema filmleri, belgeseller olsun bütün bu eserlerde tanık olunan halkların hayatları, acıları ve haksızlıklar vicdanları sızlatacak, inkara karşı gelmeyi, adaletten yana saf tutmayı elzem kılacaktı...

 Sofia, Anastasya’yı tanıyor!

Ben hikâyeyi yan masadaki kadınlara bir solukta anlattıktan sonra içlerinden en uzun boylu olanı, daha sonra isminin Sofia olduğunu öğreneceğim kadın bir şeyler hatırlar gibi oldu. Sofia bir kez daha isimleri sordu bana. İsimleri saydım: “Anastasya, Niko, ikiz çocuklar, Vasula, Sara…”. “Onlar burada yaşamıyorlar ki artık’’. Sofia’nın ağızından çıkan bu cümle beni aniden heyecanlandırdı. “Evet, evet. Emekli oldular. Yunanistan’a temelli döndüler. Bildiğim kadarıyla Niko Amca öldü’’ dedim. Ardından Sofia, ‘‘evet ben Anastasya’yı tanırdım, Heilbronn’un kuzeyinde bir mahallede otururlardı. Annem ve Anastasya aynı firmada çalışmışlardı eskiden. Beraber sinemaya giderdik. Yunan tavernalarında eğlenceler olurdu, buralara giderdik beraber. İyi tanışırdık. Güzel bir arkadaşlığımız vardı. Anastasya güçlü ve uzun boylu bir kadındı. Yıllar önce döndüler Yunanistan’a’’ dedi. Ben, “peki Yunanistan’da nerede yaşıyor Anastasya Teyze’’ sorusunu sorduğumda, artık zaman durmuştu. Heyecanım daha da çoğalmıştı. Artık bir şehir, köy ismi, belki bir adres, telefon bilgisine ulaşmama saniyeler kalmıştı. Şimdiye kadar hiç olmadığı kadar yaklaşmıştım Anastasya’nın izine. Ya da Sofia’nın dudaklarından “kusura bakmayın, Yunanistan’da nerede yaşadığını bilmiyorum’’ sözleri mi dökülecekti? Ve ilk bilgi… “Serez. Serez’e yakın bir yerde kalıyor. Vironia’’. Kalp atışlarımı duyuyordum. O kadar sesli ki. Acaba orada olanlar duyuyor mudur bu sesleri? Hemen telefonu aldım elime. Not etmek için. Serez… Vironia… Telefonun ekranında harfler hazır bekliyordu. Parmaklarım heyecandan o kadar titriyordu ki bundan dolayı harfleri tutturamıyordum. “Serez” ve “Vironia” kelimelerini yazamıyordum. Hayk merakla izliyordu bu durumu. Bu iki kelimeyi ne zaman kayıt edeceğimi bekliyordu. Ben, “Hayk Can, heyecandan yazamıyorum. Ellerim titriyor. Sen yaz’’ dedim. Hayk, “ben yazıp sana yollarım’’ diyerek beni kurtardı bu azaptan. Bu arada doktordan çıkalı yarım saati geçmişti ve Miran beni bekliyordu. Acaba ne yapmıştı? “Merak etmiştir gecikmiş olmamı” diye düşündüm. Yeni tanıştığım Pontoslu kadınlarla ve Hayk’la vedalaştım ve doktora doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım. Miran’ın işi bitmişti ve beni bekleme odasında bekliyordu. Birlikte eve doğru yola çıktık.

 

Hayk, ben doktora ulaşmadan köyün ismini yazılı mesaj olarak yollamıştı. Bu bilgiyi hemen dostlarım Eleni, Kosta ve Yorgos ile paylaştım. Eleni ve Yorgos Stuttgart’tan, Kosta ise işyerinden tanıdığım dostlarımdı. Artık bu yeni bilgi ile Anastasya’nın izine bir adım daha yaklaşmıştık. Tanıdıkları herkese sormalarını istedim onlardan. Onlardan aldığım ilk cevap hayal kırıklığına uğrattı beni; köy isminde bir sorun vardı. Serez yakınlarında benim onlara yazılı gönderdiğim şekilde bir köy yoktu. Fakat o isme çok yakın, bir iki harf farkla bir köy ismi vardı. Belki aradığımız köy bu köy olabilirdi. Heyecandan Sofia’nın ne adresini, nede telefon bilgilerini almıştım. Devrim “Serez bilgisi var elimizde, gider Serez’de başlarız aramaya. Buluruz bir şekilde’’ diyerek teselli etmeye çalışıyordu beni eve geldiğimde. O akşam Hayk’la tekrar haberleştik. Ben, kafeden ayrıldıktan sonra Hayk biraz daha kalmış ve sohbet etmiş Pontoslu kadınlarla. Tesadüfen Sofia’nın kocası tanıdık çıkmış. “Ben Sofia’nın kocasını arar, köyün ismini tam olarak öğrenirim’’ dedi Hayk telefonda. Ve dediği gibi ilerleyen günlerde bana Sofia’nın kocasının köyün ismini tek tek hecelediği sesli mesajını gönderdi. Ve yine kısa bir zaman sonra, 03 Temmuz günü çarşıda Sofia ile karşılaşmış, küçük bir kâğıda köyün Yunan alfabesi ile yazılı halini göndermişti bana. Hayk, bu karşılaşmasında Sofia’nın hayat hikayesini dinlemiş. Dedelerinin, ninelerinin, anne ve babasının Pontos’ta yaşadıkları acılar, kaybettikleri canlar, uğradıkları haksızlıkları anlatırken gözlerinden sel gibi yaşlar boşalmış Sofia’nın. Hayk’ta onunla beraber hâkim olamamış gözyaşlarına. Sofia’nın kendi hayatı da kolay bir hayat olmamış… Sofia’nın hayatı kendi başına ayrı bir hikâye konusu zaten. Bu son cümleyi yazdıktan iki ay sonra, Sofia ile ilk tanıştığımız kafede karşılaştık. Kitap projesinden bahsettim ve şimdilik iki kişi ile konuştuğumu ve onların anlattıklarını yazıya geçtiğimi söyledim. Onun hayat hikayesini merak ettiğimi, isterse bana anlatacaklarını yazacağımı söyledim. Kabul etti. Kendisini evinde ziyaret ettim. Anlattıklarını kayıt ettim. Beni çok etkilemişti anlattıkları. Onun hikayesi de böylece bu projeye dahil olmuş oldu.

 

Artık Anastasya’nın kaldığı yerin ismi vardı elimde. Yaz tatilini Girit adasında geçirme planı anında iptal olmuştu bile. Yeni bir plan yapmaya başlamıştık hemen. Selanik’e gidecektik. Uçak biletlerine bakmaya başlamıştık bile. Dostumuz Artür ile bu konuyu konuşurken Artür bize, “uçak yerine araba ile gitseniz daha rahat edersiniz orada ararken’’ demişti. Artür’e hak vererek araba ile gitmeye karar vermiştik. Arkadaşımız Vassili ile iki ay öncesinde Selanik ile ilgili konuşmuştuk. Vassili bana, “Selanik’e gidecek olursanız konaklama yeri bulma konusunda size yardımcı olurum’’ demişti. Hemen Vassili ile konuştum. Kendisi tesadüfen Tasos’ta tatildeydi. Beş dakika içerisinde bir link gönderdi ve “bakın bir bu daireye, beğenecek misiniz’’ diye. Harika bir apartman dairesi! Bu daire arkadaşına aitmiş. Fiyatını öğrendik. “Bu fiyat uygun mu sizin için?’’ dedi. Bizim için çok uygundu. Teşekkür ettim ve daireyi 10 günlüğüne kiraladık.

 

Bekle Anastasya, Bekle Selanik, Ziyaretçilerin Var!

Anastasya’nın köyünün ismi öğrenilmiş, yolculuk planı yapılmış, ev kiralanmış, izin ayarlanmıştı. Ağustos ayının ortasında yola çıkacaktık. Yola çıkmadan önce ona ait bir telefon numarasına ulaşmak, onunla konuşmak istiyordum. Ama bir türlü herhangi yeni bir bilgiye ulaşamıyordum. Böylece günler geçti, hazırlıklarımızı tamamladık ve yola çıkma vakti geldi. 17 Ağustos günü öğlene doğru Devrim, kızımız Ani ve oğlumuz Miran ile yola çıktık. 1800-1900 kilometrelik uzun bir yolculuk bekliyordu bizi. Her gün 600-700 kilometre olmak üzere 3 günde gitmeyi planlamıştık Selanik’e. Çocuklarla bir günde daha uzun mesafeler kat etmek zor olacaktı.

 

Bol güneşli bir cumartesi günü başladığımız yolculuğun o günkü hedefi Macaristan’ın Györ kentiydi. Györ, Viyana’nın güneyinde, Avusturya-Macaristan sınırına yakın bir mesafede, daha öncelerden de bildiğimiz bir kentti. Buraya ailecek ilk geldiğimiz yıl, Ani daha yeni doğmuş, 3-4 aylık olmuştu. 2015 Eylül’ünde Balaton gölünün sahil şehri Siofok’ta bir hafta tatil yapmıştık. Bize 800-900 kilometre uzaklıktaydı. Bu güzergahı iki günde kat etmiştik. İlk gün Avusturya’nın Linz şehrinde konaklamış, ertesi gün Siofok’a varmıştık. Siofok’ta kiraladığımız evi, işim dolayısıyla yıllardır Györ’den tanıdığım, iş arkadaşım Balazs tavsiye etmişti. Balazs’ın dayısının evinin yanında, ayrı girişi olan küçük ve şirin bir daireyi hazırlamışlardı bize. Günler öncesinden bebek beşiğini boyamışlardı ve beşiğin resmini göndermişti bana. Balazs ve dayısına çok teşekkür etmiş ve Ani’nin zaten kendi yatağımızda yattığını söylemiştim. Ama olsun, bizden sonraki misafirler faydalanacaktı bu beşikten. O gün Siofok’a akşam günbatımında ulaşmıştık. Evin bahçesinde Balazs’ın dayısı Karl soğuk birayı hazırlamıştı. Eşyalarımızı yukarı çıkarıp, hemen tekrar aşağıya bahçeye inmiştim. Buz gibi bir bira ve ardından ev yapımı erik palinkası ikram etmişlerdi ev sahiplerimiz. Bu ikisi ertesi sabaha kadar deliksiz bir uyku çekmeme yetmişti. Eylül ayı olduğundan yoğunluk bitmiş, turist kalabalığı dağılmış huzur verici bir sakinlik gelmişti bu şirin tatil şehrine. Ev sahiplerimiz bizden, biz de ev sahiplerimizden memnunduk. Balazs’ın 94 yaşına rağmen, dinç ve güler yüzlü anneannesi, dayısı ve yengesinin yanında yaşıyordu. Ev sahiplerimiz bizi bir gün yemeğe davet ettiler. Balazs ve eşi hafta sonu olduğundan, Györ’den Siofok’ta geldiler ve onlarla dayılarının evinde yemekte buluştuk. Harika yemekler yapmışlardı ev sahiplerimiz. Çok güzel ağırladılar bizi. Yemekten sonra Devrim onlara Grung’u söyledi Ermenice. Turnanın ağıtıydı bu hüzünlü ezgi. Ermeni soykırımının, yaşanılan acıların, sürgün kafilelerinin, ölüm yürüyüşlerinin çığlığı gibidir bu ağıt. 94 yaşındaki yaşlı kadın ağlamıştı dinlerken. Acaba hangi anılarını hatırlatmıştı ona bu ezgi? Şarkı bitince kalkıp Devrim’in yanına gelerek ona sarılmıştı…

 

Küçük ailemizin daha yeni dört nüfus oluşunun bu ilk aylarında yaptığımız Macaristan tatilinde başkent Budapeşte’ye de uğramıştık. Görmek istediğimiz yerlerin listesini önceden gezi haritası üzerinde işaretlemiş ve çıkmıştık yola. Birkaç yeri gezdikten sonra sıra Holokost Müzesine gelmişti. Ana kapıdaki kontrol noktasından geçerek, müzenin girişindeki avluya gelmiştik. Avlunun etrafı kalın ve yüksek duvarlarla çevriliydi. Bu duvarların üzerlerine tahminen yetişkin bir insanın işaret parmağı genişliği ve uzunluğunda, üzerinde isimlerin yazılı olduğu küçük metal levhalar monte edilmişti. Avludan bakıldığında duvara monte edilmiş bu isim levhaları kolaylıkla dikkat çekiyordu ve Miran bu duvarları ve üzerindeki isimleri fark etmişti. Bana, “baba bu isimler kimin? Neden duvara monte edilmişler?” diye sordu. O an karnımdan yukarı, boğazıma doğru bir ağrı çöktü. Boğazım düğümlendi. Ses çıkarmak, cevap vermek istiyordum ama bu mümkün değildi. Benden o anda çıkacak tek ses, bağırmak ve hıçkıra hıçkıra ağlamak olacaktı. Kendimi zorladım, ses çıkarmamaya çalıştım, parmağımla bir dakika bekle işareti yapabildim. Nasıl cevap verecektim? Ona nasıl “bu duvarlarda isimleri yazılı binlerce insan, hunharca, vahşice katledildiler” diyecektim? Daha 6 yaşına yeni girmişti. Onunla iki yıldır Ermeni ve Yahudi Soykırımı üzerine, ırkçılık üzerine konuşmalarımız oluyordu. Bazı belgesellere birlikte bakıyorduk. Fakat, duvarlardaki o isimlerin yüreğimde ve beynimde bu kadar ağır, bu kadar güçlü bir şok etkisi yapacağını, beni o an o kadar sarsacağını tahmin edemezdim. Kendimi toplamam gerekiyordu. Biraz uzaklaştım oradan. Bulutsuz masmavi gökyüzünü seyrettim o kalın duvarların arasından. Derin derin nefes aldım. Aradan birkaç dakika geçtikten sonra, duvarlardaki isimleri gördüğüm o ilk an gözümün önünde film şeridi gibi geçen, o güne kadar seyrettiğim belgesellerdeki resimler, film ve kitaplardaki vahşet sahnelerinin etkisinden sıyrılabildim ve Miran’ın sorusunu cevaplayabildim. Duvarlardaki isimlerin her biri bir insana aitti, hepsi bir can taşıyordu. İnsanlık düşmanı Nazi barbarlığının ve onların işbirlikçilerinin mağdurlarıydılar bu isimlerin sahibi hayatlar. Nazi ideolojisi 1945’te yenilgiye uğramıştı, ama sonrasında hiçbir zaman yok olmamıştı. 2.Dünya Savaşı sonrasında yeni kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti’ni kuran, temelini oluşturan kadroların önemli bir kesimini eski Naziler oluşturmaktaydı. Eğitim, adalet, sağlık, polis, askeriye, istihbarat vs. kurumlarında, siyasi partilerde eski Naziler yerlerini almış ve yeni kurulan devletin ideolojik rengini onlar tayin etmişlerdi. Daha sonra bu Naziler yaşlanıp ölseler de Nazi ideolojisi kuşaktan kuşağa aktarılmış, ırkçı gelenek yeni nesillere devredilmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletini İttihat ve Terakki kadrolarının kurması ve İttihatçı geleneğin günümüze kadar süre gelmiş olması gibi. Günümüzde de ırkçı Nazi ideolojisi legal ve illegal biçimleriyle sokakta, işyerinde, medyada, eyalet parlamentolarında, federal mecliste, belediye meclislerinde, askeriyenin, polis ve istihbarat teşkilatlarının içerisinde karşımıza çıkmaya devam etmektedir. Yabancı düşmanlığı, antisemitizm, homofobi, antiziganizm ve Nazi saldırıları ve bu saldırıların çoğu zaman hasıraltı edilmesi pratiği Almanya’da günlük hayatın bir parçası haline gelmiştir. Nazi geleneğinin nesilden nesile devredilmesi, güçlenen yabancı düşmanı ve anti-semit atmosfer uzun uzun konuşulacak bir konu… Macaristan toplumunda da antisemitizm ve antisiganizm ideolojik olarak çok yaygın. İktidarın ırkçı, antisemit, antisiganist ve homofobik politikaları maalesef geniş halk kitlelerinde karşılığını buluyor. Macaristan’da toplumun büyük bir kesimi en basit antisemit komplo teorilerine inanır, sorunlarının sebebini bu teorilere dayandırarak anlamaya şartlanmış gibidir. Yabancı düşmanlığı, homofobi, antsiganizm, antisemitizm zehri gün be gün yeniden üretilip kullanıma sokulmakta ve kitleler bu zehirle uyuşturulmaktadır. Sevindirici olan ise, bu ülkede de ırkçılığa karşı dur diyen insanların ve hareketlerin çok güçlü olmamasına rağmen var olması, sokağa çıkması ve demokrasi mücadelesini yürütmesidir.

 

 

Akşam üzeri, Györ şehrinin çarşı merkezinde bulunan pansiyona yerleştikten sonra yemeğe çıktık. Yemekten sonra Raba nehrinin kıyısında bir tur attıktan sonra tekrar pansiyona geçtik. Pansiyona küçük dar bir avludan giriliyordu. Avlunun kenarları yüksek duvarlarla çevrilmişti. Binanın tarihi dokusuna fazla dokunulmamıştı. Avlunun girişinde iki tane kediye rastladık. Kediler, pansiyon sahibesinin kedileriydi ve oradan gelip geçeni seyrediyorlardı. Çocuklar kedileri okşarken, kediler de bunun keyfini çıkarıyorlardı. Ertesi sabah, pansiyon sahibi kadının özenle hazırladığı kahvaltıyı bitirdikten sonra yola çıkabilirdik artık. Pazar günkü hedefimiz Belgrad’dı. Macaristan’ın güney bölgesine doğru ilerlemeye başladık. Yol yapım çalışmaları sebebiyle yoğun bir trafik vardı, yavaş ilerleyebiliyorduk. Szeged kentini geçerek Macaristan-Sırbistan sınırına ulaştık. Buraya kadar geçtiğimiz yerler tanıdık yerlerdi. Daha önce defalarca bulunmuştum Györ’de. Szegede’de gelmiştim. Kuzinemin kızı, Erasmus projesi dahilinde Szeged’te üniversitede okurken onu ziyarete gitmiştim. Ama Sırbistan, Makedonya ve Yunanistan’a ilk defa gidiyordum. Sırbistan’a geçtikten sonra Makedonya istikametine doğru ilerlemeye başlamıştık. Yolun sağı ve solu uçsuz bucaksız mısır tarları ile doluydu. Bu kadar çok mısır tarlasını hayatım boyunca görmemiştim. Györ’den erken çıktığımızdan, Belgrad’a akşam karanlık olmadan varmıştık. Belgrad’ın dış semtlerinde, yüksek bir tepede bulunan otele yerleştikten sonra, şehir merkezine gitmeye karar verdik. Belgrad’da o kadar gezilecek ve görülecek yer var ki. Bir akşam üstü hangi bir yeri gezip görelim? Çarşıya gittik. Dünyanın dört bir yanından gelmişlerdi insanlar buraları görmek için. Restore edilmiş sağlı sollu eski binaların aralarında yürürken çok sayıda Türkçe konuşan insanlara rastlamıştık. Öğrenci veya turist olmalıydılar. Akşam geç olmuştu. Artık otele dönme zamanı gelmişti. Otele döndük ve odamıza yerleştik. Ertesi sabah uyandıktan sonra kahvaltıyı yolda yapmak istediğimizden hemen yola koyulduk. Yola çıkmadan önce, otelin bahçesinde, otelin bahçe işlerinden sorumlu görevli yaşlı bir adamla sohbet ettik. Konuşabileceğimiz ortak bir dil olmamasına rağmen, bahçede ekili elma, armut, incir, ayva ağaçlarını bu adamın kendi elleriyle diktiğini, bu ağaçları budarken nelere dikkat edilmesi gerektiğini, üzüm asmalarının türünü ve kaç yıllık olduğunu çok rahat anlayabilmiştik.

 

Önemli olan insanların niyetleri olsa gerek bu tip diyaloglarda. Eğer birbirini anlamak istiyorsa iki insan bunun her zaman bir yolu bulunabiliyordu. Yeter ki iki tarafta birbirini anlamak istesin. Almanya veya başka bir Avrupa ülkesinde yaşayan insanların çokça karşılaştığı bir durum vardır, hep esprisi yapılır. Herhangi bir muhafazakâr Alman, konuşmaya çalıştığı kişinin Almanca bilmediğini anladığı zaman, önce sesini yükseltir ve yüksek sesle konuştuğunda o kişinin kendisini anlayacağını sanır. Ya da yine bu muhafazakâr kişi konuştuğu insanla iletişim kurmada yaşanılan sorunun sorumluluğunu “beni anlamıyor’’ diyerek karşısındakine yıkmaya çalışır. İletişimdeki sorunun iki tarafa ait olduğu, kendisinin de karşısındaki kişinin dilini anlayamadığı hiç aklına bile gelmez. Bu durum devlet dairelerinde, alışverişte, işyerinde, sokakta kısaca hayatın her alanında rutin bir durumdur. Hatta karşısındaki kişiyle iletişim kurarken sıkıntı yaşayıp “beni anlamıyor’’ diye yakınanlar sadece Almanlarla da sınırlı değildir. Bu durumdan yakınan yabancıların sayısı hiçte az değildir. Böyle durumla karşılaşan ve “beni anlamıyor’’ diye yakınan insanlara, “hayır, sen onu anlamıyorsun’’ diye hatırlatmak gerekir. Eğer anlarsa tabi ki.

 

2018 yazında Hırvatistan’da tatil yapmıştık. Arabamız arızalanmıştı ve kaldığımız tatil beldesinden Dubrovnik’e bir otele ait tur minibüsü ile yolculuk yapmıştım. Bu yolculuk sırasında, asgari bir düzeyde İngilizce bilmeme rağmen minibüs şoförü ile, Hırvatistan, Türkiye ve Almanya üzerine siyasi görüş alışverişinde bulunmuş, din, milliyetçilik ve felsefe üzerine çok keyifli bir sohbet edebilmiştim. İngilizce bilmememin temel sebebi ise Türkiye’de okullardaki mevcut yabancı dil eğitiminin kalite düzeyi ve yabancı dil bilmenin öneminin bilincinin verilmemesiydi. Hatta ben lisedeyken, bir dönem yabancı dil dersi seçmeli hale gelmişti. Seçim öğrencilere bırakılınca, mevcut bilinçle bütün bir sınıf İngilizce dersini seçmeden, çarşıda gezmeyi seçmiştik. Koca sınıfta bir kişi hariç. Sevgili arkadaşım Gökhan... Koca bir yıl boyunca tek başına derse katılmış, İngilizce öğrenmişti. Gökhan, ta ilkokuldan beri sınıf arkadaşımdı. Hem aynı köyden hem de akrabaydık. Endüstri Meslek Lisesini beraber bitirmiştik, ben Almanya’ya gelmeden önce. Katliam gibi bir trafik kazasında sevgili arkadaşlarım Gökhan ve Necdet’i kaybetmiştim. O korkunç kaza çoğu akrabam daha nice insanı ayırmıştı bizden. Gökhan’ın ablası Gökçen’de çocukluktan beri arkadaşımdı ve bu kazadan yaralı kurtulmuştu. Gökhan’ın annesi Nevşirin Hala’nın o tertemiz yüreği, bu korkunç kazada kaybettiklerinin ve sevgili yavrusu Gökhan’nın acısına dayanamamış, birkaç gün sonra ölüm onu da alıp götürmüştü sevdiklerinin arasından… İngilizce bilmenin, öğrenmenin ne zaman konusu geçse hep Gökhan gelir aklıma…

 

Belgrad’dan sonra

Belgrad’dan ayrılmış ve Makedonya istikametine doğru ilerliyorduk. Hava bol güneşli, bulutsuz ve sıcaktı. Yol boyunca etraftaki uçsuz bucaksız mısır tarlaları bize Sırbistan’dan sonra Makedonya’da da eşlik etmeye devam ediyordu. Mısır bitkisinin babamın köyünün kuruluşunda, ilk nesillerin Sivas’a gelip yerleşmesinde önemli bir yeri vardı. Rivayete göre, Kafkasya’dan sağ salim İstanbul’a kadar gelebilenler, İstanbul’da yerleşip kalabileceklerken, 1860’lı yıllarda “munna hebijey ösmes’’, yani “burada mısır yetişmez’’ demişler ve İstanbul’u terk etmişler. Böylece şimdiki yaşadıkları köye gelip yerleşmişler. Bu yeni yerleşilen köy, Kafkasya’da terk etmek zorunda kaldıkları köyün coğrafi ve iklim koşullarına çok benziyormuş. İki ırmağın ve bir tepe ile bir dağın arasında kurulan, sazlıkların kurutulmasından sonra ekim alanlarının yaratıldığı bir köy. Hem de çok güzel mısırda yetişir artık burada! Her ne kadar günümüzde mısır o tarihi önemini yitirmiş olsa da zamanında bizlerin “kaderinde’’ önemli bir dönüm noktası olmuş bu rivayete göre.

 

Makedonya sınırına yaklaşıyorduk. Sırbistan sınır kapısından çıkarken gümrük memuruna pasaportları Miran uzattı sağ taraftan. Memur başladı incelemeye pasaportları. İlk sorusu “Türk müsünüz?’’ oldu. Ona oracıkta arabada bulunanların orantısal olarak ne kadar Türk, Kürt, Çerkez, Zaza olduğunu anlatmak zor ve uzun sürecek bir açıklama olacaktı. Hiç düşünmeden “evet Türk’üz’’ dedim. Etnik kimliği, bana birileri başka bir etnik kimlik dayattıkları zaman önem kazanıyordu benim için. Bana “Türk müsün’’ diye sorulduğunda, “hayır değilim’’ diyerek cevap verip karşımdakinin reaksiyonunu beklemeyi yeğlerim. Bu cevaba karşı genelde şu tepki ile karşılaşırım çoğunlukla; “nasıl Türk değilsin, Türkçe konuşuyorsun!’’. Benim cevabım genelde “Türk olup olmadığımı sordun. Türkçe bilip bilmediğimi sormadın ki! Türkçe konuşmak istiyorsan, biliyorum, Türkçe konuşabiliriz. Etnik kimliği soruyorsan Çerkez’im’’ olurdu. Şimdilerde yeni edindiğim bilgilerde, anne tarafından dedemin anne ve babasının Tokat’a gelmeden önceki yaşadıkları yerin Erzincan’da bir köy olduğu ve bu köylülerin kendilerini Sünni Türk gördükleri, çevrelerindeki bütün köylerin Kızılbaş Zaza köyü olduğu bilgisine sahiptim. Yine edindiğim bilgiye göre dedemin anne ve babasının geldiği köyün etnik kimliği aslında asimile edilmiş Kızılbaş Zaza’ymış. Bu bilgilerden sonra artık etnik kimlik söz konusu olduğunda verdiğim cevap, bir yanımın asimile edilmiş Çerkez olduğu ve diğer yanımın tamamen asimile edilmiş Kızılbaş Zaza olduğu şeklinde oluyordu. Normal şartlarda, bana zoraki bir etnik kimlik dayatılmadığı sürece, etnik kimliğimin hiç, ama hiçbir önemi yok! Türk’te olabilirdim, Çinli’de, Arap’ta veya başka bir halktan bir insanda. Hepsi tesadüf bunların. Montesquieu’nun şu sözleri ne kadar isabetliydi; “… ben önce bir insanım, sonra bir Fransız’ım. Ben zorunlu olarak insan doğdum ve tesadüfen Fransız oldum”. Tekleştirme pratiğinin inadına günlük karşılaşmalarda, tanışmalarda erinmeden, tek tek, ne kadar ve hangi etnik kökene ait olduğumuzu anlatmaya çalışmama rağmen bir gümrük memuruna bunu anlatmak gereksiz ve saçma geliyordu bana. Memur pasaportları incelemeye devam ederken “aranızda Kürt olan var mı’’ diye sordu. “Evet’’ diyerek cevapladım. Bir sonraki pasaporta baktı ve “Ermeni?’’. Bu soru üzerine içimden “sen kaşındın’’ dedim ve “arabada Ermeni, Türk, Kürt, Çerkez, Zaza hepsi var’’ dedim. Memur güler yüzlü biriydi, “bende Ortodoks’um dedi’’. Bu kez “siz Müslüman mı, Hristiyan mısınız?’’ sorusunu sordu meraklı bir ifade ile. Çocuklarımıza Ermeni isimleri vermemizin arka planını orada o memura anlatmak gerçekten de olanaksızdı. Memurun elindeki pasaportlarda Ermeni, Kürt ve Türk isimleri yazılıydı. İşin içinden çıkamıyordu. Ben, “ailelerimiz Alevi ve Sünni, yani Protestan ve Katolik gibi, ama bizim herhangi bir dinle bir bağımız yok’’ dedim. Görevi gereği profil mi çıkarmak istiyor, sohbet mi etmek istiyor kestirmek zordu. Arkamızda araç kuyruğu oluşmuştu. Memur rahat, ben da rahattım. Mola niyetine sayıyordum. Devrim bu sohbetten hiç hoşlanmıyor “adamla niye bu kadar derine giriyorsun, en nihayetinde bir polis!’’. Haklıydı aslında. Ama bizim memur çok meraklı! “Çerkezler kimler, nerede yaşarlar?’’ sorusuna, Kafkasya, göç, dil üzerine kısa bilgiler verdim ve aslında kendisine Çerkezlerin de homojen bir halk olmadığını, mesela kendimin yarı Abzek yarı Kumuk olduğumu söyledim. Kumukları hiç duyup duymadığını sordum memura. Galiba duymuş olabileceğini söyledi. Memurun bu cevabına gülümsedim. İnanmadığımı anlamasını istemiştim. Sen Çerkez’in ne olduğunu bilme ama Kumukları tanı! Nasıl olacaksa bu? Epey bir sohbetten sonra “ayrılık vakti geldi çattı” ve memur bize iyi yolculuklar dileyerek “uğurladı’’. Sırbistan sınır kapısını arkamızda bırakarak Makedonya sınırına geldik ve tekrar pasaport kontrolü. Makedonya sınırındaki memur çok ciddi biriydi. Tek bir özel konuşma geçmedi aramızda. Uluslararası geçerli sigorta belgesini görmek istedi. Nereye gideceğimizi sordu. Pasaportlara tekrar baktı ve uzattı. Artık Makedonya’ya girmiştik. Bir iki mola verdik. Makedonya yolculuğu çok çabuk geçti. Yunanistan sınırına yaklaşmıştık bile. Makedonya çıkışında gümrük memuru bizimle Türkçe konuştu ve arabada tehlikeli bir şey olup olmadığını sordu ve ekledi “Bagaj. Tüfek. Var?’’. Gülerek “yok’’ dedik. Oradan Yunanistan sınırına ulaştık. Sınırda genç bir memur pasaport kontrolü yaptı ve fazla beklemeden geçtik. Artık Yunanistan’daydık!

 

Sınırı geçtikten sonra Selanik’e o kadar çabuk gelmiştik ki zamanın nasıl geçtiğinin farkında bile olmamıştık. Otobandan ayrılıp, sanayi bölgesinden geçerek Selanik merkezine ulaştık. Adresi bulmamız çok kolay oldu. Eve varmadan yaklaştığımızı bildirdik ev sahiplerimize. Ev sahiplerimizin dükkanında çalışan Maria karşıladı bizi. Maria’da Pontoslu. Anneannesi Gürcistan’dan gelmiş. Maria bizimle Türkçe konuşuyordu. Daha ilk görür görmez ısındık ona. Tertemiz yürekli, yardımsever, güler yüzlü bir kadındı Maria. Sanki aileden biri bizi bekliyordu, karşılamaya gelmişti. Bütün bir tatil boyunca çok yakın ilgilendi bizimle. Eşyalarımızı, kiraladığımız daireye taşıdık. Evin önünde park imkânı olmadığından yakınlarda bir garaj ayarlamışlardı ev sahiplerimiz bizim için. Maria, ev sahiplerimizin işlettiği hediyelik eşya mağazasına götürdü beni. Orada ev sahibimiz Joanis’in kardeşi Teo ile tanıştık ve Teo ile birlikte garaja giderek arabayı orada bıraktık. Eve doğru yürürken Teo bana yol üstünde alışveriş yapabileceğimiz market, manav ve fırının yerini gösterdi ve kendisi mağazaya ben da eve doğru devam ettik. Eşyalarımızı yerleştirdik ve dinlenmeye çekildik.

 

Selanik’te yaşayan ve aynı zamanda Sivas’tan hemşerimiz olan arkadaşımız Kosta’ya geldiğimizi haber verdi Devrim. Bizi alacak, oradan yemeğe gidecektik. Kosta aradı. Geldiğini ve aşağıda beklediğini söyledi. Biz daha hazır değildik. Evin bulunduğu mahallede park yeri bulmak neredeyse imkânsız bir durumdu. Dar sokakların arasında daracık tek yön yollar vardı ve sadece birkaç araç park edebiliyordu. Güçlükle bir park yeri bularak arabasını park ettikten sonra yukarı çıktı. Kucaklaştık hasretle. Devrim ile Kosta daha önceden haberleşmişlerdi. Kosta tüm programını değiştirmiş, bizim Selanik’te bulunacağımız günlerde bütün zamanını bize ayırmıştı. Oysa ki yapacak dünya kadar işi vardı bizim profesörün.

  

Hazırlandık ve dışarı çıktık. Kosta bizi nefis balık ürünleri ve ızgara çeşitleri servis edilen Elias Tavernaya götürdü. Sahipleri doğal olarak Pontosluydu. Daha sonraki günlerde Selanik’te 400 bin Pontoslu Rum’un yaşadığını öğrenmiştim. Tavernanın sahibi Kosta’nın arkadaşıydı ve bütün çalışanlar bizi çok içten karşıladılar. Nefis yemeklerle süslendi masamız. Benim rakı ve uzo sevdiğimi öğrenen Kosta, tavernadaki bütün uzo çeşitlerini denetti bana. Tavernaya vardığımızda bizi orada Kosta’nın arkadaşı lira (kemençe) ustası Hristo Tsenekidis bekliyordu. Devrim, Hristo ile 2018 yılında tanışmıştı. Sevgili Eleni’nin eşi, dostumuz Kosta Sidiropoulou’yu 2017 yılında hiç beklenmedik bir zamanda kaybetmiştik. Acı haberi alır almaz Stuttgart’ta Eleni’nin yanında almıştık soluğu o gün. Kosta hastane morgundaydı. Eleni, “hadi gidin, vedalaşın Kosta ile’’ demişti. Evlerinin çok yakınında soğuk bir hastane morgunda vedalaşmıştık Kosta ile. Yorulmuş ve derin bir uyku çekiyormuş gibi gözüküyordu sedyenin üzerinde. Kocaman, kalıplı bir adam olduğundan kaplamıştı bütün vücuduyla sedyeyi. Öpmüştük buz kesmiş alnından. Elveda demiştik Maçkalı Kosta’ya Devrimle birlikte. Esslingen’de bulunan Yunan Ortodoks Kilisesinde düzenlenen cenaze töreninin ardından Yunanistan’daki köyüne uğurlamıştık. Cenaze töreninde Yunanistan’da bulunamamıştık. Fakat birinci ölüm yıldönümünde Devrim mutlaka mezarını ziyaret etmek istiyordu. Devrim işte lira ustası Hristo ile Kosta’nın birinci ölüm yılı anması için gittiği, Yunanistan’daki Kosta’nın köyü Sidendro’da, onun mezarı başında tanışmışlardı. Kosta için Pontos ağıtlarını hep birlikte söylemiştiler. Devrim, mezara Pontos’tan getirilen toprağın serpiştirilişi sırasında gözyaşlarına hâkim olamayacaktı artık. Belki o anda Kosta Devrim’e, “ağlamayı bırak, telaffuza dikkat et, şarkıdaki o kelime öyle değil şöyle söylenir’’ diyordu. Devrim, genç ve yetenekli bir lira ustası olan Babiş ile, Eleni ve Kosta’ların evinde birkaç kez buluşup, prova yapmışlardı. Bu provalarda Devrim yeni Pontos şarkıları öğrenmişti. Bu provaların hepsinde Kosta ve Eleni kendilerine eşlik ediyordu, yardımcı oluyordu. Kosta şarkıların söyleniş tarzına ve telaffuzuna çok önem veriyordu. “Olmadı! Olmadı! Hadi tekrar baştan!’’ diyerek müziği durduruyor, tekrar ettiriyordu. Bir şarkı, ancak “tamam, şimdi oldu, bravo kızım’’ dediğinde bitmiş demekti.

 

Hristo ile tekrar bir araya gelmişlerdi. Sıcak bir yaz akşamında. Bu kez Anastasya’yı bulma serüveni buluşturmuştu onları bu harika tavernada. Hristo lirasını çıkardı çantasından ve başladı çalmaya. Önce Hristo, ardından Kosta ve Devrim başladılar birbiri ardına Pontos şarkıları söylemeye. Çok geçmeden tavernadaki herkes eşlik etmeye başladı. Hüzünlü bir ağıtı haraketli aşk şarkısı izliyor ardından halay/horon şarkıları geliyordu. 21 yaşında genç bir adam geldi yanımıza ve katıldı o da koroya. Bu gencin Pontoslu bir Rum olduğunu, Yunanistan’da doğmuş büyümüş ve daha bundan üç yıl önce Pontosça öğrenmeye başladığını öğrendik. En eski Pontos şarkılarını bile biliyor ve bütün şarkılara eşlik ediyordu. Yemeklerimizi, tatlılarımızı yemiş, şarkılar eşliğinde kadehlerimizi sevgi ve dostluk için kaldırmış, uzun yolculuğun tüm yorgunluğunu oracıkta atmıştık üzerimizden. Eve dönme zamanı gelmişti. Kosta ertesi günün planını yaptık oracıkta: “yarın senin Anastasya Teyzenin köyüne gidiyoruz’’ dedi. Ben, “Selanik’te bir araştırma yaparız, belki köyden birilerine telefon ederiz” diye planlıyordum. Beklemeden hemen yola çıkma ve köye gitme planına çok sevinmiştim. Kosta bizi eve bıraktı ve ertesi gün sabah erkenden buluşmak üzere sözleştik.

 

Bu bölümü burada noktalıyoruz. Hiyayenin üçüncü ve son bölümü  27.11.2020 günü yayınlanacaktır.

Mesut Ethem Kavalli