Üçüncü Hikâye
Birinci Bölüm (İki Bölüm Olarak Yayınlanacaktır)
Sofia ile yollarımızın nasıl kesiştiğini daha önce “Anastasya’yı Ararken” bölümünde anlatmıştım. Anastasya’nın izine onun sayesinde ulaşmıştım. Ardından onunla güzel bir dostluk kurduk. İlk tanıştığımız kafede sık sık görüşüyorduk. Bazen onun evinde, bazen de bizde buluşuyor, uzun uzun sohbetler ediyorduk. Eşim ve çocuklarla tanışmışlar, birbirlerini çok sevmişlerdi. Ve bir gün ona, “senin hikâyeni yazmayı çok isterdim Sofia” dedim. “Olur, yaz. Ben sana anlatırım bildiklerimi” dedi. Hemen kısa bir zaman sonra sözleştiğimiz gün gittim ziyaretine.
Sofia hayat hikâyesini anlatırken sık sık ara vermek zorunda kaldık. O, ailesinin hikayesini içinden geldiği gibi, aklında ne kaldıysa olduğu gibi anlattı. Yeri geliyordu, acı bir olayı anlatırken kendini o olayın içinde ve daha yeni yaşanmış gibi hissederek ağlıyordu, gözyaşlarına boğuluyordu. Özellikle abisinin talihsiz ölümü onu çok etkilemişti. Sofia duygu dolu bir kadındır. Anne ve babasına olan sevgisi, abisine olan sevgisi çok güçlüdür. Onların ölümleri büyük darbeler vurmuştu hayatında. Zaten hassas olan duygu dünyasını daha da korumasız hale getirmişti. Sofia’ya, kendisini bunları anlattırarak, geçmişi hatırlattırarak kederlendirdiğim için üzgün olduğumu söylediğimde, rahat olmamı, kaybettiklerinin acısını sadece bu konuşma sırasında değil, sürekli aklında tuttuğunu, sürekli kalbinde taşıdığını söyledi. Onları zaten hiç aklından çıkarmıyordu ki. Hep onların anılarını düşünerek hayata tutunmaya çalışıyordu.
Sofia ile konuşmaya başlamadan önce anılarını anlatmasının benim için neden bu kadar önemli olduğunu açıklamaya çalıştım. Yakın tarihe denk düşen bu acıların bilinmesi, soykırımın, sürgünlerin anlatılması, yaşananların ortaya çıkarılması unutulmaması gerekliydi. Çünkü bu adaletsizliklerin bugüne kadar hesabı verilmemişti. Tarihle yüzleşmesi gerekenler halen yüzleşmemişti. Tam tersine adaletsizlikler halen bugün de devam ediyordu. Yaşanan acıların bilinmesi yeni acıların önünün alınması için kaçınılmazdı…
Bundan sonra sözü Sofia’ya bırakalım.
Annemin anlattıkları
Sana önce annemin bana anlattıklarını anlatayım. Annemin adı Maria’dır. Trabzon’da Aneforia köyünde yaşarmış ailesi ile birlikte. Annemin annesinin adı Sofia’dır. Ben adımı ondan almışım. Annemin babası olan dedemi her yerde jandarmalar arıyormuş o zamanlar. Pontoslu erkekleri alıp götürüyormuş jandarmalar. Dedem arandığı haberini almış, dağa çıkmış ve orada gizlenmiş. Jandarmalar onu yakalasa öldüreceklermiş. Sık sık dedemlerin evlerini basar, dedemi sorarlarmış. Dedem bazı geceler evine gizlice gelip yiyecek bir şeyler ve ekmek alırmış. Annem, babasını uzun bir zaman aradan sonra gördüğü o anları şöyle anlatırdı: “ben çocuktum. Hiçbir şeyden haberim yoktu. Babamın eve geldiği gece ben babamı görünce çok heyecanlanmış, sevinçten çığlık atmıştım. Yüksek sesle ‘anne, anne bak babam geldi!’ diye bağırmıştım. Annem telaşla yanıma koşup, ‘kes sesini, bağırma’ diye bir şamar vurmuştu yüzüme. Neye uğradığımı şaşırmış, şok olmuştum. Annemin bu şekilde davranmasına bir anlam veremiyordum. Babamı görmenin sevincini ve annemin beni dövmesinin üzüntüsünü bir arada yaşıyordum. Babamın yaşadığı tehlikenin farkında değildim bu ilk buluşmada. Babamın bundan sonraki ziyaretlerinde daha tedbirli olmaya başlamış, babamı görmenin sevincini sessizce yaşamayı öğrenmeye başlamıştım. Zaten bu durum çok fazla uzun sürmedi. Babamın geceleri sessizce evimize gelip, bizimle hasret gidermesi, ekmek alıp karanlıklarda kaybolup yok oluşu bir gün son buldu. Geceleri boş yere dikiyordum gözlerimi karanlığın derinliklerine doğru. Bir ışık görür, bir çıtırtı duyar, hayalet gibi kapıdan içeriye süzülerek girer diye beklediğim babamı dağda öldürmüşlerdi…”
Annem, üç veya dört yaşındaymış o zamanlar. 1922’de annesi, on iki yaşındaki abisi ve annem Türkiye’yi terk etmek zorunda bırakılmışlar. İstanbul’dan Selanik’e gitmek üzere gemiye bindirilmişler. Anneannem İstanbul’da bindirildikleri gemiye kadar beline bağladığı kuşağının içinde bir miktar altın saklayabilmiş. Gemiye binecekleri esnada gemiye bindirilen insanların üzerlerindeki kıymetli eşyalara polis veya jandarma el koyuyormuş. Anneannem bu durumu fark edince kuşağını çözmüş ve “bunlar benim olmayacaksa onların da olmasın!” diyerek içindeki altınları denize fırlatmış. İstanbul’dan Selanik’e gidene kadar annemin kardeşi, yani dayım açlık ve bakımsızlıktan gemide ölmüş. Kala kala iki kişi, annem ve anneannem kalmış aileden. Aynı gemide annemin amcası da bulunuyormuş. Selanik’e varmışlar ve oradan Serez’e gitmişler. Annem ve anneannem Serez’de bir süre amcamların yanında kalmışlar. Artık hiçbir şeyleri yokmuş. Anneannem kocasız, yanında küçük bir kız. Amcamların da hiçbir şeyleri yokmuş. Amcamın çocukları annemin ve anneannemin yanlarında kalmalarını istememişler. Anneannem annemi almış yanına ve Dırama’ya gitmişler. O zamanlar annem on ya da on bir yaşındaymış. Türkiye’deyken karısı öldürülmüş olan dul bir adamla anneannemi evlendirmişler. Anneannemin evlendiği adamın biri kız diğeri erkek iki çocuğu varmış. Annem, anneannemin kocası ve kocasının iki çocuğu ile birlikte yaşamaya başlamışlar. Annem daha sonra on beş on altı yaşındayken babamla evlenmiş ve ayrılmış annesinin evinden. Babamın hikayesine sonra döneceğim… Bir gün anneannemin kocası şehre alışverişe gitmiş. Anneannem üvey çocuklarını yanına alarak mantar toplamaya gitmişler. Eve döndüklerinde topladıkları mantarları pişirip yemişler. Yedikleri mantarlar zehirli mantarmış. Anneannem ve iki üvey çocuğu yedikleri mantardan zehirlenerek ölmüşler. Anneannem öldüğünde otuz altı yaşındaymış. Annemin üvey babasını sağken ben de gördüm ve tanıdım. Çocuktum. Okula gidiyordum o sıra. Bana, anneannemin çok temiz kalpli, iyi bir kadın olduğunu anlatırdı. “Çocuklarıma kendi çocukları gibi bakardı” derdi ve bunları anlatırken hep ağlardı. Anneannemle ilgili hep iyi şeyler anlatırdı.
Babamın anlattıkları
Babam, ailenin en küçük çocuğuymuş. Adı Aristidis’di. Babaannemin adı Despina ve dedemin adı Kostantinos’muş. Trabzon Maçuka’da (Maçka) yaşarlarmış. Katliamlar döneminde babamın annesi Despina ve babası Kostantinos öldürülmüş. Babam o zamanlar üç yaşındaymış. Babam ablası ve iki abisi ile birlikte Rusya’ya, Kafkasya’ya gitmişler. Burada üç yıl kaldıktan sonra Yunanistan’a gelmişler. Babam altı yaşında, anne ve babasız, ablası ve iki abisi ile gelmiş Dırama’ya. Dırama’nın köylerinden birine Mikrohori (Küçükköy’e) yerleştirilmişler. 25 Hanelik küçük bir köymüş. Köyde yaşayanların tümü Pontos sürgünü insanlarmış. Annem, üvey babası ile bu köyde yaşıyormuş. Babamın küçük abisinin evi ile annemin üvey babası ile kaldığı ev birbirine yakınmış. Annem ve babam birbirlerine âşık olmuşlar. Sevmişler birbirlerini. Üvey babası annemin babamla evlenmesini istememiş ilk başta. Babamın hiçbir şeyi yokmuş. Bazen abisine yardım eder ve onda kalırmış. Bazen de ablasına yardım edermiş ve onda kalırmış. O zamanlar eğer birinin bir eşeği ve hele bir atı varsa varlıklı sayılırmış. Üvey dedem annemin varlıklı bir adamla evlenmesini istiyormuş. Bu varlıklı adamı teklif edince annem reddetmiş ve babamı sevdiğini, onunla evlenmek istediğini söylemiş. Üvey dedem daha fazla karşı çıkamamış. Babamın abisinin karısı anne ve babamın evlenebilmeleri için çok yardım etmiş. Annem çok güzel bir kadındı. O zamanlar upuzun siyah saçları varmış. Özenle örermiş saçlarını. Ve nihayet annem babamla evlenebilmiş. Babaları yok… Anneleri yok… Annemin üvey babasından başka hiç kimsesi yok. Babamın bir ablası ve iki abisi… Bizim ne dedemiz ne de nenemiz oldu. Çocukken komşularımız olan nenelere “nene” ve dedelere de “dede” derdik. Ben de çok isterdim bir nenem, bir dedem olsun diye. İki taraftan da yoktu nene ve dedemiz.
Babam çok iyi bir insandı. Çok iyi bir babaydı. Biz çocukları için her şeyi yapardı. Bizi çok severdi. Bizde onu çok severdik. Ben dünyaya geldiğimde açlık dönemi bitmişti. Ama benden önce doğan kardeşlerim, abim ve ablam çok zorluklar yaşamışlar. O zamanlar Almanlar, Bulgarlar ve İtalyanlar işgal etmişler Yunanistan’ı. Çok kötü günlermiş o günler. Bulgarların geri çekildiği dönemde, 1944’de dünyaya gelmişim.
Çocukluğumda ailemizin durumu iyiydi. Keçilerimiz, ineklerimiz, atlarımız, eşeğimiz vardı. Tütün ekerdik. Hayvan besler ve kendi yiyecek meyve ve sebzemizi kendimiz üretirdik. Yaşadığımız köy dağlık bir bölgedeydi. Tarım için elverişli değildi burası. Mutlu bir aileydik. Çok iyi bir anne ve babaya sahiptik.
Ablam evlenmiş ve Drama’nın Berihora köyüne gelin gitmişti. Bu köyde tarım için elverişli çok büyük düz araziler vardı. Çalışkan bir insan için çok imkân vardı bu köyde. Babam, “oğlum askerden gelsin, buradaki her şeyi satıp kızımın gelin olduğu köye gidip yerleşeceğiz. Çocuklarım benim gibi yaşamasınlar, daha iyi şartlarda yaşasınlar” dedi. Ve dediği gibi de yaptı. Her şeyi sattı. Ablamın gelin olduğu köye gidip yerleştik oraya. Babam burada bir ev ve tarla arazileri kiraladı. Bizim için artık tarlada çalışmak çok daha kolaydı. Eski köyümüz dağlık arazi olduğundan tarlalar köye çok uzak alanlarda bulunurdu. Evden tarlaya gidip gelmesi çok yorucuydu. Dağlık ve ormanlık arazide, bir iki saat yayan yürüyüş sonrası varırdık ancak tarlaya. Bundan dolayı tarlaya zamanında ulaşabilmek için gece karanlıkta çıkardık yola. Ama bu yeni köyümüzde tarlalar düzlük alanda ve evimize çok yakın yerlerdeydi. At arabasına doluşur, güle oynaya giderdik tarlaya. Hep birlikte çalışıyorduk ve durumumuz çok iyiydi. Tütün üretiminden iyi para kazanıyorduk. O acıklı olay başımıza gelmese, ben hiçbir zaman Almanya’ya gelmezdim bile…
Abim askerden gelmişti. Geldikten bir yıl sonra abim, “biraz daha tarla kiralayalım” dedi. Babam, “bana ne güzel çocuklar verdin” diye tanrıya sürekli dua ederdi. “Tamam oğlum” dedi ve 20 hektar tarla daha kiraladık. Ben abimi çok severdim… (Burada Sofia ağlamaya başladı ve konuşmaya kısa bir ara verdik). Abim çok iyi karakterli, çok iyi bir insandı. 1964 yılının Haziran ayıydı. Pazar günü bir düğün vardı. Beni düğüne götürmek istedi. Bana yardım etti, evi beraber toparladık ve düğüne gittik. Düğünden sonra akşam beni eve getirdi. Geç olmuştu. Ertesi gün erkenden kalkıp tarlaya gidecektik. Abim, “siz yatıp uyuyun, ben bir arkadaşıma gidip vedalaşacağım” dedi. Evde hepimiz şaşırdık bu duruma. Ne vedası bu? Komşu köyümüzdeki arkadaşına gitmiş, o gece sabaha doğru gelmişti eve. Uzanıp biraz uyumuştu biz tarla için hazırlıklarımızı tamamlarken. Annem, abimin yanına giderek “Yorgo, hadi kalk oğlum, herkes hazır artık” dedi. Abim, “anne bırak beni uyuyayım, gitmek istemiyorum bugün” dedi. “Evde yalnız başına ne yapacaksın, gel tarlada gölgede uyursun” dedi. Abim, “anne bir rüya gördüm. Meryem Ana’yı gördüm rüyamda. Beni geldi aldı ve ben onunla çok yükseklere yolculuk yaptım”. Annemin aklına kötü bir şey gelmedi, “hadi kalk gidelim, tarlada uyursun” diyerek ısrar etti. Abim kalktı, “tamam gidiyorum. Ama bugün sen gelmeyeceksin. Despina ile sen evde kalın” dedi. Despina, ablamın altı aylık kızıydı. Tarlaya her gün beraber gider, beraber dönerdik. Evde kimse kalmazdı. Annem, “öyle istiyorsan öyle yapalım oğlum. Ben Despina ile kalırım bugün evde” dedi. Annem, Despina ile evde kaldı. Biz güle oynaya bindik at arabasına ve tarlaya doğru yola çıktık. Tarlaya vardık. Tütün fidelerini dikmeye başladık. Saat 13’de yağmur yağmaya başladı. Abim hemen çadır kurmaya başladı. Büyük Ablam, “Yorgo, çadırı oraya, atın bağlı olduğu yerin yanına kurma. Hayvanların yakınlarına hep yıldırım düştüğünü söylerler. Atın olduğu yerden uzak bir yere kur çadırı” dedi. Abim Yorgo, “olur mu öyle şey? Biz hep buraya kuruyoruz çadırı. Bir şey olacaksa olur zaten” dedi ve çadırı kurmaya devam etti. Hep birlikte çadırın yanına gittik. Biz hepimiz çadırın içine girdik. Abim dışarıda çadırı sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Babam abime seslendi “Yorgo, bırak uğraşma artık, ıslanıyorsun. Gel çadırın içine”. “Tamam baba geliyorum hemen” dedi abim. Çadırın içinde benim yanımda küçük kız kardeşim oturuyordu, babamla ablam da yan yana oturuyordu. Ben çadırın girişine yakın bir yerde oturuyordum. Abim çadırın içine girmek üzereyken babam “Sofia abinin elini tut, sırılsıklam oldu içeri girmesine yardımcı ol” dedi. Abim dizlerinin üzerinde ilerleyerek çadırın içine girerken elimi uzattım ona. Tam o sırada abimle benim arama parlak bir ışık düştü ve kulakları sağır edercesine güçlü bir çatırtı, patlama sesi çıkarttı. Vücudumda kocaman bir delik açılmış gibi dayanılmaz bir acı hissettim. O anı çok iyi hatırlıyorum. “Anne” diye değil “baba!” diye bağırmıştım. Üç kez arka arkaya “baba, yanıyorum, canım çok acıyor!” diye bağırmıştım. Beni sanki biri iteleyerek yere düşürmüş gibi yere yığıldım. Sadece ben değil, hepimiz yere yığılmıştık. İlk olarak babam ayılmış. Hepimizin öldüğünü sanmış ilk başta. Sonra ben kendime geldim. Abim… (Burada Sofia tekrar ağlamaya başladı. Ve kısa bir ara verdik. Sonra devam etti konuşmaya). Kendime geldiğimde abimi üzerime düşmüş bir vaziyette buldum. Başı kucağımdaydı. Bağırmak istiyordum ve bağırdım. Babam işaret parmağını dudaklarının ortasına götürerek “sus” işareti yaptı. Ablam, babamın yanına düşmüştü ve ağzından beyaz bir köpük çıkıyordu. Çadırdan çıkmamız gerekiyordu. Babam çadırdan çıktı ve abimi çekerek çadırın dışına çıkarmaya çalışıyordu. Yardım etmemi, abimi çadırın içerisinden dışarıya doğru iteklememi istedi. Ben yapamadım. Abimi iteleyemedim. Babam abimi çadırdan dışarıya çıkardı. Yanımızdaki tarlalarda çalışan köylülerimiz, komşularımız, arkadaşlarımız koştular yanımıza. Suni teneffüs ederek hayata döndürmeye çalıştılar abimi. Şehre giden ana yol tarlaya yakın bir yerden geçiyordu. Abimi ve ablamı yoldan geçen arabalardan birini durdurarak arabaya bindirdiler. Abim ölmüştü, ablamın ise bilinci kapalıydı. İkisi de hareketsiz olduğundan, sanki kesilmiş, hareketsiz birer koyun gibi yerleştirdiler arabaya. Babamda arabaya bindi ve şehre hastaneye gittiler. Beni ve küçük kız kardeşimi başka bir arabaya bindirip hastaneye gönderdiler. Yıldırım çarpmasının etkisiyle olsa gerek, arabada hastaneye giderken artık kulaklarım hiçbir şey duymuyordu. “Artık duymuyorum, ölseydim keşke” diye düşündüm. Hastaneye geldik. Doktor, kız kardeşimi ve beni muayene etti. Bizim durumumuzun iyi olduğunu söyledi. Ablamı muayene ettikten sonra, onun yaşama şansının olmadığını söyledi doktorlar. Abimi muayene ettiklerinde hemen onun öldüğünü söylediler. Babamın ortanca kardeşi amcamda o sırada hastaneymiş tesadüfen. Yüksek tansiyonu vardı. O zamanlar ilaç yokmuş tansiyona karşı. Sürekli hastaneye gelip tansiyonunu düşürtmek için kan veriyormuş. Babamı orada görünce ve abimin öldüğünü öğrendiğinde yıkılmış, sağlığı çok bozulmuştu. Babamın da sağlığı bu olaydan sonra çok bozulmuştu.
Tüm bu olaylar yaşanırken annemin hiçbir şeyden haberi yoktu. Evde altı aylık yeğenim ile sevdiklerinin tarladan dönmesini bekliyordu. Köylüler yıldırım düşmesinden sonra
her şeyi tarlada bırakıp köye dönmüşler. Annem köylülerin öğlen saat 1’den sonra evlerine döndüğünü görmüş ve şaşırmış. Telaşlanmış. Komşusu bir kadın bizim başımıza gelenleri duymuş ve haberi
varmış olanlardan. Annemi görmüş ve annem onu görüp soru sormasın diye oradan hemen uzaklaşmış. Annem “ne oldu komşu, niye kaçıyorsun selam vermeden? Nereye bu acelen? Neden konuşmuyorsun
benimle?” diye seslenmiş. Ardından zaten biz geldik köye abimin cenazesini alarak… (Birinci Bölümün sonu)
İkinci Bölüm 11.12.2020 günü yayınlanacaktır.
Mesut Ethem Kavalli