İkinci Hikâye

Lusİne'Nİn HİkÂyesİ


Lusine ile 2019 kışında yaşadığı kentte görüştüm. Lusine bana, ailesinin Yozgat’ta başlayan hayat hikâyesini ve daha başka başka hikâyeleri anlattı. Yaşadıklarını, gördüklerini ve duyduklarını... Bundan sonrasını Lusine’den dinleyelim...

 

Babamın Hikâyesi

Babam anlatırdı gördüklerini, duyduklarını. Biz çocuktuk o zamanlar. Annem, dedem, yayam bir araya geldikleri zaman kendi aralarında konuşurken kulak misafiri olurdum. Ama çok konuşmazlardı. Özellikle biz yattıktan sonra sohbet ederlerdi. Çoğu zaman uykunun arasında duyardım bazı konuşulanları. Çünkü biz hepimiz bir arada, üç odada yaşardık. Dedem, iki dayım, bir teyzem, anneannem, ben, babam ve iki kardeşim. Paylaşılmıştı bu dairenin odaları. Yememiz, içmemiz hep beraberdi.

 

Babam Arsen 15 yaşındaymış 1915’te. Yozgat’ın bir köyünde yaşarlarmış. Bir gün duyuyorlar ki köye silahlı jandarmalar geliyor, alıp götürecekler, öldürecekler Ermenileri. Babamların da büyük bir evleri varmış. Bu evin büyük bir kapısı varmış. O kapıyı zor açarmış babam. Babası o kapının ortasına küçük bir kapı yapmış ve babam, kardeşleri ile o küçük kapıdan girip çıkarlarmış. Bir kız kardeşi, iki de oğlan kardeşi varmış babamın. Babam, onun küçüğü oğlan kardeşi, onun küçüğü kız ve en küçükleri yine oğlan. Babamların, tek başına yaşayan, yaşlı bir kadın komşuları varmış. Bu kadın dulmuş. O hissetmiş vaziyeti. Bizim ailemizle ilişkileri iyiymiş. Babam dışarıda oynarken, gitmiş elinden tutarak evine götürmüş. “Benimle gel” demiş. Babamı zorla götürmüş. O kadın duymuş çünkü köye birilerinin geldiğini. Babamı almış içeriye, sokmuş bir odaya, “sesini çıkartma, burada otur” demiş babama. Onun üzerine bir patırtı kopmuş. Babam bu sesleri bulunduğu odadan duymuş, ama görmemiş. Jandarmalar gelmişler, önce benim dedemlerin evine o büyük kapıyı açarak girmişler. Alıp götürmüşler hepsini. Halamı, amcamı, büyük babamı ve babaannemi alıp götürmüşler. Köyde bulduklarını alıp götürmüşler. Babamı komşumuz olan bu yaşlı Türk kadın saklayarak, kurtarmış. Ortalık sakinleştikten sonra, babam gizlendiği yerden çıkmış. Onu kurtaran kadın, “sen kurtuldun ama, güvenliğin için senin ismini değiştirmemiz lazım” demiş. “Senin ismin bundan sonra İbrahim olacak” demiş. Babamın Arsen olan Ermeni ismi olmuş İbrahim. “İbrahim diyeceğim bundan sonra sana” demiş. “Sen artık bundan sonra benimle yaşayacaksın. Ağlama sızlama, annen baban yok artık”. Babam çok daha gençmiş o zaman ve yaşananlara çok üzülüyor, ağlıyor, kahroluyormuş. Komşu kadın onu teselli ediyormuş. Böylece günler geçmeye başlamış. Birkaç gün sonra, babam gibi sağ kalabilmiş kız olsun erkek olsun çocuklar, jandarmaların alıp götürdüğü insanların nereye götürüldüğünü, nerede kesildiğini kulaktan kulağa anlatmaya başlamışlar. Bulundukları köyün tepelerini aşıp dağa çıkmışlar. Orada cesetleri görmüşler kendi gözleriyle. Babam bunu anlatırken hem konuşur hem ağlardı. Sonra babam bu komşu kadında yaşamaya devam etmiş. Bir zaman geçtikten sonra babam en küçük kardeşinin de sağ olduğunu duymuş. Kardeşi, jandarmalar köydeki insanları toplamaya başladığında okulda gizlenmiş. Babamın bu sağ kalabilmiş erkek kardeşi de gelmiş babamı kurtaran yaşlı komşumuzun yanına. İki kardeş, kadının yanında kalmaya, ona hizmet ederek karınlarını doyurup orada yatmaya başlamışlar. Kadın, bunları kanatlarının altına almış. Sonra duymuşlar ki, Fransızlar gelmiş ve öksüz çocukları topluyorlar. Babam saklanmış, gitmek istememiş. “Benim babamın tarlası var, evimiz var burada, ben gitmem” demiş. Artık on beş yaşını geçmiş, gitmek istemiyormuş babam. Amcam yedi yaşındaymış. Amcamı Fransızlar alıp götürmüşler. O kafilede artık kaç tane çocuk götürdülerse bilmiyoruz. Böylece amcam ve babam birbirlerinden ayrılmışlar. 1915’te oluyor bu. Yıllar boyunca birbirlerini hiç görmemişler. 1968’de, aradan tam 53 yıl sonra tekrar İstanbul’da görüşebildiler. Bu meyanda babamın bir amcası varmış. Dedemden gençmiş. Bu olayların olduğu sıra o amcası askerdeymiş. Bir zaman sonra amcası askerden gelmiş ve babama sahip çıkmış.

 

Fransızlar, babamın sağ kurtulan kardeşi olan amcamı önce Marsilya’ya, sonra da Paris’e götürmüşler. Paris’te okula gitmiş, güzel tahsil yapmış. Paris’te yaşarken Ankara’dan gelmiş bir kız ile tanışmış. Kız annesi ile birlikte yaşıyormuş. Onlar da bizlerdenmiş. Kızın adı Eliz. Amcam Eliz ile nişanlanmış. Amcam, Eliz ve Eliz’in annesi ile birlikte Lyon’a gitmek istemiş. Çünkü Lyon’da uzaktan akrabalarımızın yaşadığını öğrenmişler. Hep birlikte Lyon’a gelerek buraya yerleşmişler. Amcam Lyon’da işportacılık yapıyormuş. Erkek çamaşırı, erkek giysisi satıyormuş. Dışarıda tezgâh ve çadır kuruyormuş. Her gün başka başka yerlere, köylere, pazar yerlerine gidermiş. Eliz ile amcamın iki tane oğlu olmuş. Ev almışlar kendilerine.

 

Bu meyanda 1968 senesiydi, biz Almanya’ya geleli üç sene olmuş, üçüncü oğlumu dünyaya getirmiştim. Eşim de 1965’ten beri hiç tatile gitmemişti. Çok ağır bir işi vardı. Oturduk konuştuk, “ben nasıl olsa evdeyim çocuklarla, sen git, bir tatil yap” dedim. O, tek başına İstanbul’a gitti. İşte tam o sene amcam ve Eliz Yengem İstanbul’a gelmişler. Babam ve amcam iki kardeş o zaman buluşmuşlar ve eşim Garbis’de onları orada görmüş. Amcamla tanışmış. Eşim Garbis, amcamı çok sevmiş. Amcam çok aristokrat bir adamdı. Efendi, yol yordam bilen, yemesini içmesini bilen biriydi. Öyle yetişmişti Fransa’da.

  

Sonra 1972 senesinde mamam gelmişti benim buraya yanıma. Eşim, Fransa’ya gitmek, kardeşlerini görmek istiyordu. Onun da üç kardeşi vardı Fransa’da, Marsilya’da. Eşimin kardeşlerini arama hikayesine sonra tekrar döneceğim. Şimdi Garbis’in ailesinin başına gelenleri anlatayım.

 

Eşim Garbis’in Ailesinin Hikâyesi

Onun hikâyesi de şöyledir. Benim kayınvalidemin ilk kocasını 1915’te öldürmüşler. Üç tane oğlan çocukla kalmış ortada. Tokat’ın bir köyünde yaşarlarmış. Çok Ermeni yaşarmış bu köyde. Geldikleri köyün adı aileye lakap olarak verilmişti. Köylerindeki bütün erkekleri götürmüşler. Kadınlar çocuklarıyla kalmışlar. Bunlarda dağa çıkıp ormana kaçıp gizlenmişler. İşte böyle bir iki hafta ormanda yaşamışlar. Aradan zaman geçince, bakmışlar ki bunun sonu yok, ne yapacağız diye düşünmeye başlamışlar. Bir de duymuşlar ki Fransızlar gelmiş çocukları topluyorlar. Onlar da inmişler köye. Çocukların üçünü de vermiş kaynanam. Öteki kadınlar da vermişler çocuklarını kurtulsunlar diye. Tahminimce amcamın da Fransızlar tarafından toplandığı zamana denk geliyor bu olay. Kayınbabam, bütün bunlar olduğu sıra evliymiş ve askerdeymiş. Askerden gelmiş köyüne. Kayınbabamın 18 yaşında bir oğlu ve biri 14, diğeri 15 yaşlarında iki kızı varmış. Kayınbabamın ailesinden hiç kimse kalmamış, kurtulmamış. Adam bir başına kalmış döndüğünde. İşte bu askerden gelen erkekler bakıyorlar ki aile yok, kimse yok, bir zaman sonra başlamışlar aile kurmaya, evlenmeye. Kayınbabama demişler ki, “Tokat’ın falanca köyünde falanca kadın var, gel senide onunla evlendirelim.” İşte kaynanamla böyle evlenmişler.

 

Kayınbabamla kaynanamın köylerinden ayrılışı da çok hüzünlüdür. Kayınbabam çerçilik yaparmış. Atı varmış, eşeği varmış. Yakın şehirlere, Sivas’a, Tokat’a gider oradan mal alırmış. Bu eşyaları atına yükler köyüne getirip burada satarmış. Bu işi yaparmış. Böyle böyle kayınbabam biraz palazlanmış, para biriktirmiş. Sonra İstanbul’a göçmeye karar vermişler. İstanbul’dan vapurla Karadeniz üzerinden Ermenistan’a gitmeyi planlıyorlarmış. Niyetleri buymuş. Her şeylerini toplamışlar. Kayınbabamın bir komşusu varmış. Bu komşu okuma yazma bilirmiş. Kayınbabam okuma yazma bilmediğinden bu komşusu ona imzalanacak evrakları okur, kayınbabamda imza yerine mühür basarmış. Kör Kâhya diye biri varmış köyde. Azılı bir adammış. Kayınbabamın evraklarını okuyan komşusuna para vererek, kayınbabamın mührünü kendisine getirmesini istemiş. Kayınbabamın para biriktirdiğini, göç edeceğini biliyormuş çünkü. Komşu adam bir dosya evrak hazırlamış ve “bunlara mühür basılacak” demiş. Kayınbabamı nasıl ikna etmiş, kandırmış bilmiyorum. Mührünü komşusu adama vermiş. O zamanlar sokaklarda yazıcılar olurmuş, onlara bir istizah hazırlatmış bu adam: “falanca Ağa İstanbul’a göçecek, ama kendisinin şu kadar altın ve şu kadar da para borcu var bana” diye. O sıra kayınbabamlar eşyalarını, yatağını yorganını yüklemiş. Onlar, varlıklı çıkıyorlarmış köyden. Kayseri’den İstanbul’a trenle gitmek üzere Kayseri’ye gelmişler. Kayseri garında jandarmalar kayınbabamı tutuklamışlar “hakkında şikâyet var” diye. O da şaşırmış tabi. Bunlar orada mahkemelik olmuşlar. Bir sene kalmışlar orada o mahkeme düzene girene kadar. Bir kız, bir oğlan, karısı ve kendisi. O bir yıl boyunca nerede kaldılar, nerede yaşadılar bilmiyorum. Elindeki paranın bir kısmını da orada harcamış haliyle. Avukatlara, mahkemeye, kaldığı yere gitmiş bu para. Ama davayı kazanmış. Trene binip İstanbul’a gelmişler. İstanbul’a gelince Ermenistan’a gitmenin heyecanı sarmış onları. Ellerinde kalan para Ermenistan’da geçmez diye Kapalı Çarşı’ya gidip, oradan Ermenistan’da tekrar satılıp nakit paraya çevrilebilecek eşyalar almışlar. Ermenistan’a gitme işleri olmamış. O sıralar birçok insan gitmek istemiş, ümitlenmiş ama gidememişti. O para da öyle gitmiş. Kayınbabam İstanbul’da bir ev tutmuş. Bir de at almış. Zaten o zamanlar İstanbul’a gelenleri bizim kilise haber alırmış. Haydarpaşa’da inenleri gider birkaç kişi karşılarlarmış. Bunların başında bir de papaz olurmuş. Bu papazlar yeni gelenleri dağıtırmış. Haydarpaşa’dan İstanbul’a götürürlermiş ve İstanbul’un çeşitli yerlerine dağıtırlarmış. Onlar da bu şekilde İstanbul’un bir semtine yerleşmişler ilk zamanlar. Gayaran misafirhane demektir. İstanbul’u terk eden Ermenilerin kiliseye bıraktığı evlerdir buralar. Oralara işte bu gelen muhacirler yerleştirilirmiş. Oralarda kalmışlar uzun bir zaman. Benim kayınbabam çalışkan adammış. Orada da çalışmış. Ermenistan’da nakit paraya çevirmek için almış olduğu eşyaları biraz kayıpla satmış, az da olsa parasını geri almış. Bizimde sonradan oturacağımız konağı satın almıştı kayınbabam, kardeşiyle beraber. Kardeşinin üç çocuğu vardı. O kardeşinin bir kayınbabası vardı. Ona da konakta yer vermişler. Ama aldıkları konağı biraz tamir etmeleri gerekiyormuş. On iki odalı bir evdi bu ev. Bizimkilerde gelince orada bir yer vermiş kayınbabam onlara. Aynı köyden çıkıp gelen insanlar, birbirlerini tanıyorlarmış. Ben ve rahmetli erkek kardeşim orada, o konakta doğmuşuz. Kayınbabamın kardeşi gençmiş. Kayınbabam daha yaşlıymış. Tamir işini genç kardeşi üstlenmiş ve inşaatta çok yorulmuş. Otuz sekiz yaşında hastalanmış, zatürre olmuş ve ölmüş. Ardında üç tane çocuğu babasız ve yirmi dokuz yaşındaki karısı dul kalmış. Bunların hepsi o konakta yaşarlarmış. Ben oraya gelin gidene kadar aynı evdeydi onlar. Sonra ben o eve gelin gittim işte.

 

Babam annemle nişanlı olarak İstanbul’a gelmişler. Babam, amcası askerden köye gelene kadar komşumuz olan o yaşlı dul kadında kalmış. Babamların evini zaten başkaları zapt etmiş. Babamın amcası köye gelince babamı yanına almış. Onun evi varmış zaten.

 

Annemin Hikâyesi

Annem 1910 doğumludur. 1915’te dört beş yaşlarındaymış. Annemin annesi, çok güzel bir kadınmış. Anneannem, teyzem ve annem bir arada yaşıyorlarmış. Dedem o sıralar askerdeymiş. Bir gün, anneannem, teyzem ve annem birlikte tarlaya gitmişler. Öyle anlatırdı annem bana. Tarla gibi bir yere gittiklerini, uzaktan atlıların geldiklerini hatırlıyordu. Bunu hayal meyal hatırlıyordu. Dört beş tane atlı gelmiş, annemin annesini, yani anneannemi tuttukları gibi ata bindirip kaçırmışlar. Mamam derdi ki “onlar, tanıdık kişilerdi, tanırlardı herhalde bizi, teyzemi bıraktılar, onu kaçırdılar”. Teyze yaş olarak büyükmüş. Anneannem gençmiş ve çok güzelmiş. Anneannem öyle gitmiş... Ondan hiçbir zaman bir haber alınamadı. Annemle teyzem böylece yalnız kalmışlar. Bir zaman sonra dedem gelmiş askerden. Teyzem yaşça annemden büyükmüş zaten biraz. Bir yerde sığınmışlar, küçücük bir kulübe miymiş neymiş. Dedem gelmiş ve annemi, teyzemi, karısını aramaya başlamış. “Kaçırdılar karını” demişler. “Şurada bir kız var, belki de senin kızındır” demişler, oradaki gören insanlar. Bebekken düşmüş annem. Alnında bir yara izi varmış. Dedem iki üç sene askerlik yaptığından, o askerden gelene kadar büyümüş annem. Göstermişler annemi ona. Per perişan bir çocuk, üstünde yok, başında yok, ayaklar çıplak, pislik içinde bir çocuk. Dedem çocuğun yanına giderek saçını şöyle bir kaldırmış ve o yarayı görmüş. Elinden sevinçle tutarak “bu benim kızım” demiş. Böyle anlatırdı mamam bize. Dedemi çok severdik. Çok iyi bir insandı dedem. Dedemle aynı dönem teyzemin nişanlısı da askerden gelmiş. İkisi evlenmişler. Onları da tanıdık biz. Onlar da İstanbul’a geldiler. Onları yaşadık biz. Ben onları gördüm. “Dede” derdim ben enişteme. Ben evlendim, aradan zaman geçti, teyzem ondan sonra öldü. Bayağı yaşlı öldü. Bir oğulları ve bir kızları olmuştu. O teyzemin de başına çok kötü felaketler geldi. Onunda oğlunu bıçakladılar. İki lira için. Kösele yüzünden. O kuzenimiz için çok üzüldük çok! Kunduracıydı oğlu. 1944-47 yılarında üç sene askerlik yapmıştı teyzemin oğlu. Askerden geldi, nişanlıydı. Ardından evlendi. Daha iki aylık evliydi, öyle öldürdüler onu. Teyzemin oğlu, Bedros Ahpariğimiz öldürüldüğünde, karısı hamileydi. Sonra kızı oldu gelinin. Onun kızı da şimdi İsviçre’de yaşar.

 

 

Bedros Ahpariğimizi Öldürdüler! 

Bedros Ahpariğimizin öldürülüşü şöyle oldu. İstanbul’da kunduracılık yapardı. Dükkanına devamlı gelip kösele alan bir Türk esnaf varmış. Üst üste aldığı köselelerin parasını vermemiş bu kişi. Bu son sefer kösele almaya geldiğinde Bedros Ahpariğimiz ona “parasını vermezsen kösele veremem sana, öteki köselelerin parasını ver, yine vereyim sana yenilerini” demiş. “Sen nasıl bana kösele vermezsin” diyerek hakaret etmeye başlamış adam. Bunun üzerine Bedros Ahpariğimiz bu adamı dükkanından kovmuş. Dükkândan kovulan bu adam, çevredeki diğer esnafların “vay seni nasıl olurda gavurun biri yakandan tutar da dükkanından dışarı atar” yönlü dolduruşuna gelmiş ve ertesi gün dükkâna girerek, sırtı dönük oturmuş vaziyette kösele kesen Bedros Ahpariğimizin arkadan midesine kösele bıçağını saplamış. Kösele bıçağı çok keskin olur. Bıçağı karnında bir de çevirmiş. Bedros Ahpariğimiz babayiğit, uzun boylu biriymiş. Bıçaklayan adam kısa boylu. Kalleşçe habersiz arkadan saldırmasa Bedros Ahpariğimiz’e hiçbir şey yapamazmış. Ben daha 15 yaşlarındaydım bu olay yaşandığı zaman. Eczaneye kadar midesini tutarak gitmiş. Eczanenin kapısında yığılmış kalmış. Hastaneye götürdüler. Hemen ölmedi. Birkaç gün yaşadı. Kan istendi. Kan bulunamadı. Onun bir üvey kardeşi vardı. Sonra o kan verdi. Ama kurtarılamadı. Üçüncü gün kaybettik onu.

 

Annemle Babam Nişanlanıyor Ve İstanbul’a Geliyor

Annemle babam köyde nişanlanmışlar. Onların nasıl evlendiğini bize anlatmışlardı. Şimdi bu ayrıntıyı tam hatırlamıyorum. Annem ve babam aynı köydenler. Annemin babası olan dedem askerden geldikten sonra dul kalmış bir kadınla evlenmiş. Annem küçükmüş o zaman. Kaçırılan öz anneannemizi hiç görmedik. Dedemin evlendiği üvey anneanne çok iyi biriydi. Çok severdik onu, çok iyi anlaşırdık onunla. Aynı evde otururduk zaten. Bizimkiler 1927 yılında gelmişler İstanbul’a. Mamam 17 yaşındaymış. İstanbul’a nişanlı gelmişler. Babamla annemi dedem nişanlamış. Hepsi aynı trenle gelmişler. Kayınbabam onlara konakta yer vermiş. Aynı evde kalmışlar. Babam İstanbul’da kömür depolarında çalışırmış. Babam kendi kendini yetiştirmiş bir insandı. Eğer bir meslek eğitimi almış olsaydı… Çok güzel marangozluk yaparmış. Babam inşaat kalfasıydı, kalfalık yapardı. Kömür depolarında çalışıyor, inşaatlarda çalışıyor, böyle seneler geçiyordu. Bizler doğmuşuz. Hiç unutmam, babamı buraya (Almanya’ya) getirmiştik biz. Burada yanımızda kaldıktan sonra yolculayacağız, tekrar İstanbul’a gidecekti. Babam hiç yurtdışına çıkmış biri değildi. Gelirken bir tanıdığın arabasıyla gelmişti. Giderken de uçakla gidecekti. Biz korkuyoruz. Birazda para koyduk cebine. Havaalanında öğütler veriyoruz, işte “baba şöyle yap, böyle yap” diye. Bir grup insan durmuş önümüzde, aralarında yaşlı bir adam. Onlar da o adamı yolluyorlar. Çok akıllıydı babam. Bana dedi ki “kızım bak şu adam Alevi”. “Nereden bildin baba” dedim. “Ben bilirim, benim yanımda çok Alevi çalıştı, çok iyi olur onlar. Biz onunla bir konuşalım. O bize yardım eder” dedi. “Yok baba, olur mu öyle şey” dedik. “Olur, olur” dedi. Gitti yanaştı onların yanına ve sordu. “Merhaba arkadaş, nerelisin, nereden geliyorsun…”. Hakikaten Alevi çıktı adam. Orada bir kaynaşma oldu. Sonra adama rica ettik; “babamız uçağa ilk olarak biniyor. Tedirgin olur. Ona lütfen dikkat edin”. “Olur kızım, sen merak etme, ben babanın yanında olurum” deyince rahatlamıştık. O zamanlar yetmiş yaşını geçmişti babam. Hiç unutmam bu anıyı.

 

Bir Akrabanın 1915 Tanıklığı

Annemin uzaktan bir teyzesi vardı. Narod Teyze derdik. O anlatırdı. Yeşilköy’de otururlardı. Bir okulda çalışırdı kendisi. Narod Teyze, 1915’te on yedi on sekiz yaşlarındaymış. Jandarmaların geldiğini duyunca, bütün suratına çamur bulaştırmış. Yırtık pırtık elbiseler giymiş. Genç kızların çoğu aynı şeyi yapmış o zamanlar. Elini yüzünü çamura bulamış. Gelmişler jandarmalar köye. Kaçıracaklarını kaçırmışlar. Narod Teyze kaçırılmaktan kurtulmuş ama bu kez canını alacaklar. Geri kalan topladıkları insanları dağa götürmüşler ve süngülerle öldürmüşler. Narod Teyze en altta kalmış. Süngülenenler bunun üstüne düşmüş. Bu canlı kalmış altta. Ötekiler ölmüşler. Jandarmaların gittiğini duyduktan sonra, artık yavaş yavaş oradan kalkmış kan revan içinde. Sürüne sürüne köye gelmiş. Birilerine sığınmış, kurtulmuş. Çok şen şakrak bir kadındı. Torunları halen yaşıyor. Narod Teyzeyi ziyarete gittiğimiz her seferinde sırtını açtırır, sırtındaki süngü yaralarının izlerine bakardık. Oyuklar vardı vücudunda, kılıç yaraları. Korkunç bir görüntüydü bu yaralar.

 

Babam Ve Annem Bir Daha Köylerini Hiç Görmediler!

Babam ve annem köyümüzü terk ettikten sonra bir daha hiç gitmediler köylerine. Hatta babama “sana bilet alalım, bir git gez oraları” dedik ama o “yok” dedi. “Nesine gidecem ki, nesini görecem ki oranın!” dedi. Gitmek istemedi. Hatta babam, mamama “gel kız, şu ananı arayalım, bulalım. Belki sağdır. Yaşıyordur. Kars tarafına mı götürdüler, Van tarafına mı götürdüler, bir soruşturalım” derdi. Ortalık düzelince İstanbul’da duyarlardı ki “falanca falancayı bulmuş” diye. Mamam istemezdi. “Yok” derdi, “artık o orda dönmüştür, çocukları olmuştur, huzursuz etmek istemem” derdi. Babam istedi bulsun annesini diye, ama mamam istemedi. Mamam “o, artık onlara karıştı, bizi görmek ister mi, istemez mi? Huzurunu kaçırmayalım. Artık gitti…” derdi. Acaba o aradı mı? Arasa bulurdu. Ama fırsat buldu mu bakalım aramaya? Ne oldu kim bilir? Nereye gitti?

 

Başımdan Geçen Bir Olay

Benim başımdan da bir olay geçti. Bizim yaşadığımız yer, çok ferah, geniş, tek tük evler olan bir yerdi. Tam karşımızda, Katoliklere ait büyük bir taş bina vardı. Adına “Vank” derlerdi. Orada Sörler yetişirmiş, Sörlerin okuluymuş. Bizim aldığımız ev, onların yatakhanesiymiş. Vank’ın upuzun bir bahçesi vardı. Çam ağaçları, başka tür ağaçlar doluydu. Aradan bir yol geçerdi. Yolun diğer tarafında da bizim evimiz vardı. Ben aşağı yukarı yirmi altı yirmi yedi yaşlarındaydım. Evliydim. Eşim çalışırdı. Yanında bir çırağı vardı. Eşime sabah verdiğim yiyecek siparişlerini eşim file torbaya koyup çırağıyla yollamış eve. Çocuk evimize doğru gelirken hep Vankın bahçesinden geçermiş kestirme olduğu için. O bahçede karı koca bir çift ineklerini otlatırdı. Bahçe kendilerine ait değildi, Vank’a aitti, ama ineklerini otlatmak için kullanırlardı bu adamla kadın. İneği hep salarlardı bahçeye. Bizim çocuklar da korkudan bu bahçeye girip oynayamazlardı. O gün çırak elindeki alışveriş filesi ile o bahçeye girip, oradan bize gelmek istemiş. Bahçeye girince inek, çocuğun üzerine yürümüş. Çocuk korkusundan alışveriş filesini atıp kaçmış. Komşular görmüş bu durumu ve “koş sizin çırağı inek kovaladı, fileyi attı oraya kaçtı gitti” diye bana seslendiler. Bende yavaş yavaş gittim oraya. Yaz günüydü. Üzerimdeki elbise dardı. Bahçeye gittim, hafif bir set vardı girişte, oradan geçtim ve fileyi almaya doğru yürüdüm. Tam bu sırada inek bana doğru koşarak üstüme geldi. Ne yapacağımı şaşırdım. Oracıkta ağız üstü yere yattım. Koşamazdım, eteğim dardı. İnek koşarak geldi ve üstümden atladı benim. Allahtan boynuzlarını batırmadı, ezmedi beni. Ben orada bayılmışım. Komşular bağrışıyorlar, çağrışıyorlar, adama kızıyorlar “şu ineğini bağla, taze gelini öldürecekti, hiç mi vicdan yok sende!”. Adam, “aman ne olmuş? Bir gavur ölse ne olacak. Bir gavur ölecek gidecek!” diye cevap vermiş komşulara. Komşularımız aldılar beni, eve getirdiler. Soğuk su sürdüler yüzüme. Dediler ki “bir erkek çocuğun çişini akşamdan bekletin, sabahları içirin”. Ben içtim onu. Oğlum Püzant dört yaşındaydı. Onun çişini kırk gün içtim, içirdiler bana, “içmezse ölür bu gelin dediler”. Olayın yaşandığı gün akşam eşim eve geldiğinde komşularımız durumu ve adamın cevabını anlattılar ona. Eşim ertesi gün karakola gitti. Bu karı kocanın bir oğulları vardı. Oğulları iyi bir insandı. Semtimizde tanınırdı, esnaftı. Geldi özür diledi. Eşim şikayetçi olup işin üzerine gitmek istese de karakolda polisler ilgilenmediler, kapattılar olayı. Böyle yaparlardı, söylerlerdi. Her yerde serbest konuşamazdık, serbest değildik hiçbir zaman. İstanbul’daydık ama serbest değildik. Mesela babam büyük bir ev yaptı. O evdeki ilk yılbaşında abim heveslenmiş bir çam ağacını getirmiş yerleştirmişti odaya. Çok güzel süslemiş, ışıklandırmıştı ağacı. Gece yarısı olunca evi taşladılar ve camlarımızı kırdılar. Böyle şeyler işte.

 

1942 Varlık Vergisi ve 20 Kura İhtiyat Askerlik

Varlık Vergisi döneminde ben küçüktüm. Bizim aileden de birine rastladı o vergi. Çok yakın bir akrabamızın Kapalı Çarşı’da bir dükkânı vardı. O dükkâna değerinden çok fazla vergi koydular. Yok ki adamın parası versin. Veremedi. Aşkale’ye gitti. Gidiş o gidiş. Bir daha da geri dönmedi. Orada öldü. İşte Aşkale’de ölenlerden biri de bizim bu yakın akrabamızdı. Bir diğer akrabamızda gene Kapalı Çarşıda bir başka Ermeni’nin yanında çalışıyordu. Onun dükkanına da vergi geldi. Adam dükkanını kapattı. Usta gitti, geri gelmedi. Ailesi mahvoldu. Orada çalışan akrabamız kaldı ortada. Mal sahibi değildi akrabamız, çalışan elemandı. Ortada kaldı zavallı, iş bulamadı. Ölümüne kadar işportacılık yapardı. Eminönü’nden Kapalı Çarşı’ya çıkarken orda çok güzel mağazalar vardı. Kumaş satarlardı. Bir seyyar tezgâh almıştı, açardı tezgahını, kadın çamaşırları, erkek çamaşırları, bir sepetin içinde de çoraplar o mağazaların önünde satış yapardı. Bu akrabamız işte o tezgahla ev geçindirirdi. Bu vergi nadiren Müslümanlara kesilmişti. Müslümanlara vergi gelse bile, bu normal bir miktarda kesilen vergiydi. Asıl vergi Yahudilere, Rumlara, Ermenilere kesilmişti. Bu haksızlığın yapıldığı dönem İnönü vardı o zaman. Babam kızardı ona sürekli.

 

Babam o zaman askere alınmıştı. 20 Kura İhtiyat askerlik. Onu da hatırlarım. Babam Kütahya’da askerlik yaptı. Sözde askere alındı babam. Asker elbisesi filan yok. Yalınayak yol yaptırttılar. İhtiyat askerlikti bu. Yedi sekiz yaşındaydım ben. Hiç unutmam, çok iyi hatırlarım; babam gelmiş, ben uykudaydım. Bir sesler duydum. Uyandım ki babam gelmiş. Bir sepet şeftali getirmiş. Bursa’dan geçmişler gelirken. Bursa’dan bir sepet şeftali almış getirmişti bize. Hiç unutmam bu anı. Uyandım, gittim sarıldım babama. O da bana bir şeftali verdi. Dedemlerle yayamlarla beraber otururduk. Hepsi toplanmışlardı babamın başına. Hayal meyal hatırlarım bunları. Babamdan tahminimce bir seneden fazla ayrı kalmıştık. Sözde ihtiyat askerliğe gittiği söyleniyordu. Ne asker kıyafeti vermişler ne de ayaklarına bir postal. Bunlar orada yol yapmışlar. Zavallılar, orada hastalanıp çok geri dönen oldu. Ölenler de oldu. Benim eşim, 1944’te gitti askerliğe ve 1947’de geri döndü. Üç sene askerlik yapmıştı, hiç izine gelmeden. Anlatırdı. Suriye hududuna yakın bir yerde askerlik yapmış. Tam huduttan ırmak geçermiş. Oradayken Suriye’ye kaçan gençler olmuş bu ırmağı geçerek. Gece karanlığında. Oradan Halep’e, Beyrut’a geçmiş bu gençler. Bizim köyden birkaç genç hududu geçip kaçmışlar. Dikran adında bir arkadaşı vardı eşimin. Onunla hep beraberlermiş, çok iyi arkadaşlarmış. Dikran’da anne babasının tek oğluymuş. Eşimde tek oğul ailede. Bu ikisine kaçma teklifi gelmiş. “Düşündüm ki” derdi eşim, “benim babamın başından çok iş geçmiş zamanında. Babam yaşlı. Tek oğullarıyım. Yok, ben kaçmayacağım. Ne olursa olsun ben geri döneceğim”. Arkadaşı Dikran’da öyle düşünmüş. İkisi de kaçmamış, 1947’de terhis olup dönmüşler askerden evlerine. İşte iki liralık keçe için öldürülen kuzenim Bedros Ahpariğimiz’de bunlarla birlikte askerlik yapmıştı aynı dönem, aynı yerde.

 

Daha çok şey var anlatılacak aslında. Babam hep torunu Hayguhi’ye “kız getir şu aleti, ben konuşacağım, anlatacağım, getir şu teybi” derdi. Hayguhi’de “yok olmaz öyle şey” derdi, “ne olur ne olmaz” derdi. Ben bir sene İstanbul’a gitmiştim. Bir gün kapı çaldı. Bizim arka mahallede bir komşunun oğlu gelmişti. Bizimkiler tanıyorlardı bu genci, oradan gelip geçerken görüyorlarmış. Girdi içeri. Merhabalaştık. Adam “sizinle sohbet etmek istiyorum” dedi. Onu yukarıya Aram’ın katına çıkardık. “Ben bildiğim insanların evlerine gitmek istiyorum, konuşmak ve bu konuşmaları kayıt etmek ve sonrada bunları yazmak istiyorum. Siz de anlatın bir şeyler. Bildiklerinizi, duyduklarınızı anlatın bana” dedi. Korktuk. Söylemedik bir şey. “Biz bir şey bilmiyoruz” dedik. “Biz burada doğduk, bizim haberimiz yok. Büyüklerimiz de bize bir şey anlatmadı” dedik. Babamın yanına götürmedik. Aldık adamı direkt yukarı çıkarttık. Çünkü babam adamı görse başlayacaktı anlatmaya…

 

6-7 Eylül 1955

Her gün akşamları saat 21-22’de gelen eşim bir akşam birde baktım öğleden sonra saat 17’de eve geldi. Bir şişe votka almış, içeri girdi. “Niye erken geldin?” dedim. “Sus sus” dedi, “getir bir bardak içeceğim” dedi. Eşimin terzi dükkânı vardı. Dükkân komşuları ona “usta, sen bugün dükkânı erkenden kapat, evine git bir an önce” demişler. Ama başkada bir şey dememişler. Eşim de bir şeyler hissetmiş. Sıkıntılı bir halde eve gelmişti elinde votka şişesi ile. O sıra bir tane oğlumuz var, ilk çocuğumuz. Çocuk yatıyor. Çekildik odamıza. Akşam üstü bir patırtı koptu. Bizim oturduğumuz semtte bir tane Rum mezarlığı vardı. Mezarlığın içinde küçük bir kilise vardı. Ayazma derlerdi oraya. Oraya, mezarlıktaki ayazmaya saldırmaya, kırıp dökmeye başladılar. “Ne olmuş ne olmuş” diye ayaklandık hep birlikte. Ayazmayı kırıyor, döküyorlardı o sırada. Orada Rum evleri vardı, karşı sıramızda. Oraları kırdılar, evin birini ateşe verdiler. Biz çekildik kabuğumuza, kayınbabam ne yapacağını şaşırdı. Sokak kapımızın ardına sırıklar koydular, destekler yaptılar. Dış kapının sürgüsü vardı, ama ona güvenemiyordu. Panik halinde kapının arkasını güçlendirmek için koşuşturuyordu. Kaynatamın ölen kardeşinin karısı yukarı katta fırıl fırıl bayrak arıyor bulamıyordu o sırada. Pencereden asacak bir bayrak bulsa. Panik halinde kırmızı bir elbise buldu, onu pencereden astı. O sırada saldırgan grubun bizim tarafa doğru geldiğini öğrendik. Bizim camlar kapalı olduğundan alt katta duymamıştık seslerin bize doğru yaklaştığını. Bize haber verdi hemen. Çok korkmuştuk, çok. Bizim evin en üst katında iki oda vardı. İki sene önce, köyden gelen bir aileye kiraya vermişti kayınbabam o daireyi. Onların da Nevzat isminde bir oğulları vardı. Bizim evin karşı yamacında yeni yeni evler yapılıyordu. Daha önce o evlerin yapıldığı yerler tarlaydı. Satıldılar ve üzerinde evler yapılmaya başlamıştı. O inşaatlarda işçiler çalışırdı. Bizim evin üst katında oturan Nevzat’da o inşaatlarda şoförlük yapardı. Dolayısıyla oradaki inşaat işçileri tanırdı Nevzat’ı. Bizim ev, setin üstündeydi. Ortalığı yakıp, yıkıp, kıran kalabalıklar tam bizim evin önüne gelmişlerdi ki, ellerindeki sopaları havaya kaldırarak bağrışmaya başladılar. Biz oturmuşuz, korkudan titriyoruz ve dinliyoruz. Pancur filan yok pencerelerde. Işıkları kapattık, arada bir perdelerin arkasından bakıyoruz dışarıda olanlara. Başladılar bizim o tarafa doğru bağırmaya; “Nevzat, eğer o evde oturmasaydın ah! Senin de evininde…” diyerek küfürleri savurdular, bağırışa bağrışa başka bir yöne doğru ilerlediler. Nevzat’ın orada oturduğunu biliyorlardı. Eğer onlar üst katta oturuyor olmasaydı bizim eve de saldıracaklardı. O saldırı sırasında Nevzat’ın, anne ve babasının evde olup olmadığını hatırlamıyorum. Ertesi sabah eşim kalktı, yine işe gitti. İşe giderken yol boyunca gördükleri onu çok üzmüştü. Erken geldi eve. Gelir gelmez de başladı ağlamaya. Bütün günü dükkânda ağıtla geçmiş zaten. Esnaf komşuları teselli etmişler. Bizim oturduğumuz yerden dere geçerdi. Dağlardan inen sular bu dereye akardı. Oranın üstünü şimdi kapattılar. Üzerine yollar yapıldı, arabalar geçiyor. O derenin etrafında sıra halinde evler vardı. O evlerin çoğunda Rumlar ve Ermeniler otururdu. Evlere girerek, o balkonlardan, pencerelerden dereye, derenin yanındaki ağaçların dallarına eşyalar, çarşaflar, yorganlar, mutfak aletleri, tencereler, tavalar ellerine ne geçirmişlerse atmışlar. Kaçabilenler kaçmış, bazılarını öldürmüşler, kadınların ırzlarına geçmişler… Daha neler neler olmuş!

 

Bizim kiliseye bir şey yapılmadı. Ama yanımızdaki Rum kilisesine saldırdılar. Eşimin dükkanına bir zarar verilmemişti. Dükkânın olduğu yerde sadece eşim Gayri Müslüm’dü. Diğer dükkanlar Müslümanlara aitti. İyi komşulardı, çok iyi komşulardı. Onlar zaten duymuşlar, hissettirmemişler. “Sen bugün erkenden evine git Usta” demişler ona.

 

Bir süre sonra, İstanbul’un başka yerlerinde yaşananlardan haber almaya başladık. Beyoğlu’nun halini öğreniyorduk artık gün be gün. Dışarılarda, sokaklarda yığınla eski ayakkabılar varmış. Yenileri almışlar, eskilerini oracıkta sokağa atmışlar. O güzelim mağazaları çarçur ettiler. Mağaza bırakmamışlardı Beyoğlu’nda. Semtimizde nerede Rum dükkânı varsa hepsine saldırdılar. Bakkaliye dükkanları vardı Rumların. Güzel mal satarlardı, kaliteli mal satarlardı. Kaliteli insanlardı. Efendi, saygılı insanlardı. Tanıdıklarımızdan haber almaya başladık. Tanıdıklarımızın bir kısmı komşularına sığınmışlar. Babam daha evlerini yeni yapmıştı. Bu evi ben evlendikten sonra yapmıştı. Ben kirada oturduğumuz bir evden gelin çıkmıştım. Babam bu evi tam bitirmemişti. Kendi dairesini yapmış, yerleşmişti çocuklarla. Evin diğer dairelerinin camları kapıları açıktı. Babamların yeni yapılan evinin arkasında bir mahallemiz vardı, “arka mahalle” derdik biz oraya. Orada oturan bir komiser komşumuz vardı, Ali Bey. Çok iyi bir aileydi. Bizimkilerle de iyi görüşürdü. Birde bizim mahalleden biri vardı, Dursun Abimiz. Saçı, sakalı, kaşı, kirpiği beyaz. Yaşı biraz ilerlemişti ve bekardı Dursun Abi. Çok iyi biriydi. Bizleri, çoluğu çocuğu korurdu mahallede. Dursun Abi saldırıları duyunca eline bir balta almış, Ali Bey’de tabancasını, ikisi birlikte babamların kapısına gelip dikilmişler. Babamların sokak kapısı daha o kadar sağlam bir kapı değildi. O zaman eski bir kapı alıp takmıştı babam bir kapı kapansın diye. Sonradan değiştirildi bu kapı tabi ki. O evi yaptı ama çok zorluklarla yaptı… Dursun Abi baltasıyla, Ali Bey tabancasıyla kapının önünde dikili vaziyette beklemişler. Grup aşağıdan yukarıya doğru ilerliyormuş. Gelmişler bizim evin önüne. Ali Bey tabancasını göstermiş, “buraya yanaşamazsınız, yanaştırmam sizi! Geçin gidin buradan çabuk!” demiş. Kimse yanaşamamış eve. Bu iyi kalpli iki insan olmasa kim bilir bizimkilere ne yapacaklardı?

 

Kaybolan Amcanın Bizi Bulması…

Ben okula gidiyordum. On iki on üç yaşlarındayım. 1915’te Fransızların topladığı yetim çocukların kafilesiyle Fransa’ya giden amcam bizi aramış bulmuş. Fransa’ya Türkiye’den giden Ermeniler bir şekilde, mesela kahvede filan birbirlerini bulurlarmış. Amcam Fransa’da bizim Beşiktaş’tan giden birisiyle karşılaşmış. “Senin akrabaların nerede? İstanbul’un neresinde yaşıyor” türünde yaptıkları sohbetler sırasında, o Beşiktaşlı olan kişi üzerinden amcam babamın izini bulmuş. Ondan, babamın adresini almış. Bir gün Fransa’da yaşayan amcamdan İstanbul’a, babama bir mektup geldi. Babam şaşırmıştı. Okuma yazma bilmiyordu babam. Ben o zaman okula giderdim. Amcam mektuplarını Ermenice harflerle Türkçe dilde yazardı. Mektuplarını bana okuttururdu babam. Bende aynı şekilde amcama mektup yazardım. Babam okuttururdu, Türkçe anlatırdı yazılacak şeyleri. Ben bunları mektuba Ermenice alfabe ile yazardım. Bu durum senelerce devam etti gitti. Bir zaman sonra ben evlendim, Almanya’ya geldim. Amcam İstanbul’a gitmiş. Bizimkilerle buluşmuşlar. Bu ilk buluşmada ben orada bulunamamıştım ve amcamı görememiştim.

 

Lyon’da Amcamla Buluşuyoruz…

1972 senesinde mamam Almanya’ya bizi ziyarete gelmişti. O zamanlar Türkiye’de bıraktığımız oğlum Minas’ı da birlikte getirmişti Türkiye’den. Eşim Garbis, Marsilya’ya gitmek, oradaki kardeşlerini görmek istiyordu. Arabamız yoktu. Biz trenle gitmek zorundaydık. Ben ilk başta gitmek istemedim. Mamam dedi ki, “kızım kalkın gidin. Adam çok istiyor gitmeyi. Ben buradayım. Çocuklara bakarım”. Mamam gençti o zaman. Oğlum Kevork’la gitmişler ve tren biletini almışlar. Ben dedim ki, “madem biz trenle gideceğiz, ta Marsilya’ya ineceğiz, ben de amcamı görmek, tanımak isterim. Ben amcamla senelerce mektuplaştım ama tanımıyorum, görmedim amcamı” dedim. “Tabi olur” dedi eşim. Ve bileti ona göre ayarladılar. Paris’ten Marsilya’ya inecektik. Ve istediğimiz yerde inip tekrar devam edebilecektik. Bilet böyle ayarlanmıştı. Paris’e gittik. Oradan Lyon’a gideceğiz, ama hangi trene bineceğimizi bilmiyoruz. Garbis bana “sen şurada dur, ben biraz bakınıp geleyim” dedi. Ona önceden demişler ki, “tren istasyonlarında taksi şoförlerinin arasında Ermeni taksiciler vardır”. Gitti taksicilerin yanına. Biraz kulak misafiri olmuş. Bir sürü Ermenice konuşan taksi şoförü görmüş orada. Onların yanına giderek, kendini tanıttı. Bir tanesi geldi yanımıza, treni gösterdi bize ve biz trene bindik. Lyon’da indik. Amcama yola çıkmadan önce haber vermemiştik, geleceğimizden haberi yoktu. Lyon’a gelince, istasyondan bir taksiye bindik. Taksiciye amcamın adresini verdik. Taksici amcamın evinin kapısına kadar götürdü. Amcamın karısı Ankaralıydı. Karısının annesi hastalanmış. Kaynanası, amcam ve eşinin yanında kalıyordu. Bir ev almıştı amcam. Orada hep birlikte yaşıyorlardı. Amcamı Garbis daha önce İstanbul’da görmüştü. Ama ben daha önce hiç görmemiştim. Kapı zilini çaldık. Yengemiz indi aşağıya, kapıyı açtı. Annesi hasta yattığından çağırdıkları doktorun geldiğini zannetmiş. Açtı kapıyı. Bizi ellerimizde bavullarla orada öyle görünce “No! No! No!” diyerek kapıyı geri kapattı. Satıcı, pazarlamacı birileri sanmış bizi. Yenge bizi hiç görmedi ki. Nereden tanısın? Ben başladım “Eliz Kergil! Eliz Kergil!” diye kapıyı vurmaya. “Eliz” ismini duyunca, geldi açtı kapıyı. “Siz kimsiniz?” dedi meraklı ve şaşkın bir bakışla. “Tanımadın mı? Ben Lusine” deyince, yenge oraya oturuverdi. “Aman yavrum, ben sizi satıcı zannettim, gelin, girin içeri” diyerek aldı bizi içeri. Yengemin annesi hasta yatıyordu yatakta. Bizi görünce kadın birden dirildi. Ayağa kalktı ve “Eliz, ben ineyim aşağıya o patlıcanları yapayım” dedi. Yemek yapacak bize o hasta haliyle. “Amcam nerede?” dedim. “O daha gelmedi, birazdan gelir” dedi. O sırada büyük oğlan geldi arabayla. Bu amca oğlunu daha önce görmüştüm. 1967 senesinde kardeşim Mari Fransa’ya gelmişti. O zaman daha bekardı. Abim öldükten sonra amcam onu istek yaptı ve Fransa’ya getirdi, bir az değişiklik olsun, moral olsun diye. Orada beş altı ay kalmıştı. Ondan sonra Türkiye’ye geri dönmek istemişti. Biz mektuplaşıyorduk onlarla. Mari’ye dedik ki, “sen önce bize gel, bizde kal Almanya’da. Sonra ya beraber gideriz İstanbul’a ya da uçakla göndeririz.” Amcamın iki oğlu aldılar Mari’yi arabayla Fransa’dan bize getirdiler. Kaldığımız şehrin merkezinde, çatı katında oturuyoruz. Doğru düzgün ne yatağımız var nede odamız var o zaman. 1969 senesiydi. Minas’ı Türkiye’ye bırakmıştım. Ayrıldıktan sonra ilke defa gideceğiz Minas’ın yanına. Bizimkiler Fransa’dan gelmeden bir gün önce Garbis iş kazası geçirdi. Dökümhanede çalışırdı. İşyerinde Tren çarpış. Bu çarpmayla Garbis duvara savrulmuş ve kalça kemiği kırılmıştı. Ben evde Garbis’in işten gelmesini bekliyordum. Bekle bekle Garbis gelmez. Ev sahibine indim, oradan ev sahibim işyerine telefon etti. O zaman öğrendim ki Garbis’i hastaneye götürmüşler. Çocuklar küçük olduğundan, hastaneye gidemedim. Sabah oldu, bir de baktım ki hastaneden eve yolladılar Garbis’i. Dökümhanede çalışan insan nasıl olur? Simsiyah. Her gün işten sonra yıkanıp gelirdi Garbis. Kazadan dolayı yıkanamamıştı bu kez. Hastanede de temizlememişler. Eve yollamışlar. Evde banyom yok. Bir leğençeye su koydum. Garbis’i soydum. Vücudunu bezle sildim iyice. Ev sahibimiz Garbis’in işyerine telefon açtı tekrar ve durumu anlattı: “böyle bir şey olabilir mi? Hastaneden eve getirdiler bu adamı, daha tedavisi bitmeden!”. İşyeri hastaneye baskı yaptı. Hastaneden geldiler tekrar alıp götürdüler Garbis’i. Hastanede bir ay boyunca hiç kımıldamadan yattı. Kırılan yerini alçıya alamıyorlardı. Bu arada İstanbul’a Minas’ı görmeye de gidemedik. İşte tam bu dönemde amca çocuklarım Mari’yi getirdiler ve geri döndüler. Mari altı ay kaldı burada. Amca çocuklarını görmem böyle olmuştu... Lyon’a tekrar dönelim. Zil çaldı, amcamın büyük oğlu gelmişti. “Agop, amcam nerede?” dedim. “O tezgâhı topluyordu, birazdan gelir” dedi. Amcamın bir kamyoneti vardı. O kamyonetle satacağı elbiseleri taşır, tezgahını kurar satışını yapardı. “Agop, eğer uzak değilse bizi amcamın yanına götürür müsün?” dedim. “Yok yakın, gidelim hadi” dedi. Arabasıyla amcamın olduğu yere götürdü. “Sen görünme amcama, şöyle uzakta dur biz yaklaşalım” dedim. Herkes toplamış tezgahlarını gitmişler. Sadece amcam gibi yaşlı olanlar tezgahların toplanmasıyla uğraşıyor, yavaş yavaş topluyorlardı. Amcama yaklaştık, ama o bizim orada olduğumuzun hiç farkında değildi, işiyle meşguldü. Beni görse belki fotoğraflardan hatırlayıp tanıyabilirdi. Garbis, amcama yaklaşarak, “kolay gelsin usta” dedi. Şaşırdı kendisiyle Türkçe konuşulunca. Meraklı bir ses tonuyla “sen nereden geliyorsun?” dedi Garbis’e. Garbis’e bakıp bu soruyu sorarken o an beni gördü. Oturdu olduğu yere. “Lusine kızım. Sen misin?” dedi. Sarıldık. Nasıl ağlaştık orada hiç unutmam. Hep birlikte eve gittik. Eve girdiğimizde amcamın hasta olan o kayınvalidesi açıldı birden. Kalktı hasta yatağından ve hemen karnıyarık yaptı bize. O sevinç canlandırdı kadını. Hakikaten üzüntü insanı mahvediyor. Moral çok önemli. Bende gelemiyorum hiç üzüntüye. Amcamla karşılaşmamız böyle olmuştu. Bu ziyaretten sonra iki kere daha götürdü Garbis beni amcamlara. Bu ilk ziyaretimizde üç dört gün kalmıştık. Amcam bizi tren istasyonuna götürdü ve Marsilya’ya yolcu etti.

 

Geldik Marsilya’ya. Elimizde adres yok. Sadece fotoğraf var. Kaynanamın oğullarından birinin kızı, yani Garbis’in üvey kardeşinin kızı nişanlanmış ve nişanlısıyla baş başa çekilmiş bir fotoğraf. O fotoğraf durur halen bende. Üzerinde “Yayama” yazılı bu fotoğrafı İstanbul’a kaynanama yollamış. Kaynanam da hep Garbis’e dermiş ki, “oğlum bir gün iyi bir işin olursa, paran olursa gidip kardeşlerini görür müsün?”. Bu üç erkek kardeş, Garbis’in üvey kardeşleriydi. Kaynanamın ilk kocasından. Garbis’de o zamanlar, “nerde, ben bu terzilikten para kazanacağım da Avrupa’ya gideceğim de… Hiç zannetmem” dermiş. Daha biz evlenmemiştik o zaman. Biz Garbis ile evlendik, büyük oğlum doğdu. Kayınpederimin otuz sekiz yaşında ölen kardeşinin ismini koymak istediler. Gelinsin, boyun kıldan ince. Bizde oğlumun ismini Kevork koyduk. İkinci oğlum Püzant’a hamile kalınca bu kez de kayınvalidem, “üç oğlumu yolladım ben Fransa’ya, onların birinin ismini koy” dedi bana. İsimleri, Dikran, Harut ve Püzant’mış. Ben de Püzant’ı beğenmiştim. Oğlum Püzant’ın ismini de böyle koyduk. Bizim zamanımızda bu işler böyleydi. Sana bırakmazlardı. Büyükler seçerdi isimleri. Bizde itaat ederdik. Üçüncü oğluma da ölen kardeşim Minas’ın adını koyduk. Ama onun ismini ben koydum. Ona kimse karışamazdı. Mamama moral olmasını istemiştim. Eşimin bu üç kardeşi artık yaşamıyordu. Yeğenlerini veya yengelerini bulma umudu ile çıkmıştık yola... Dönelim bizim yolculuğumuza. Marsilya’ya geldik. Trenden indik. Yine kaldık ortada. Koca Marsilya ve elimizde tek bir fotoğraf var, nasıl bulacağız? Marsilya’da daha fazla sayıda Ermeni taksici var. Garbis taksicilerin olduğu yöne doğru gitti. Taksicilerle konuşurken Kegham isminde genç bir adamla tanışmış ikisi birlikte benim yanıma geldiler. Kegham, Viyana’da çalışıyormuş. Karısı yeni doğum yapmış. Hanımı ona, “Kegham sen bu sene hiç tatil yapmadın. Ben nasıl olsa iki hafta hastanedeyim. Sen git bir tatil yap gel” demiş. Kegham’da almış biletini, Marsilya’da inmiş. Marsilya’dan da bir adaya tatil yapmaya gidecekmiş. Garbis taksicilerle konuşurken Kegham kulak misafiri olmuş ve Garbis’e uygun bir şekilde “onlarla olmaz bu iş, onlar senden para koparmaya bakarlar” demiş. “Ben yarın Marsilya’dan adaya doğru hareket etmeyi planlıyordum, ama size yardımcı olurum” demiş. “Tamam olur sağ olasın” dedik. Gittik, bir otel bulduk. Bir oda ona, bir oda bize. Eşyalarımızı odalara bıraktık. Kegham Fransızca biliyordu. Marsilya’nın sahilini gezdirdi bize. Karnımız acıkmıştı. Bir yerde yemek yedik. Marsilya’da insanlar çok büyük, uzun boyluydu. Bana çok esrarengiz gelmişti. Her sokağına girilmezdi, oraları tanımıyorsan. Kegham sayesinde epey tanıdık Marsilya’yı. Akşam oteldeki odalarımıza çekildik. Sabah oldu kalktık. Bir taksi tuttuk. Elimizde adres yok. “Kiliseleri dolaşmakla başlayalım, kiliseler tanır bunları ancak” dedi. En yakın kiliseye gittik, yok. O kilisedekiler bizi başka bir kiliseye yolladı. Orada da bulamadık. O gün akşam oldu, biz kilise kilise gezdik, Garbis’in üvey kardeşlerini tanıyan birini bulamadık. O akşam da kaldık otelde. İkinci günün sabahı, önceki gün gitmediğimiz bölgedeki kiliselere gitmek için yola çıktık. Gittiğimiz kiliselerde daha çok oradaki görevli zangoçlara soruyorduk. Gittiğimiz kilisenin birinde zangoç “bu aradıklarınız Türkiye’nin neresinden gelmişler?” diye sordu. “Yozgat civarından” dedik. Zangoç, “tamam onlar Saint Antoan tarafındalar, Yozgatlılar daha çok o bölgede bulunur, siz oraya gidin” dedi. Sivaslılar bir semte, Yozgatlılar bir semte, diğer yerlerden gelenler semt semt dağılmışlar Marsilya’da. Gideceğimiz kilisenin adresini verdi şoföre. Şoför aldı götürdü bizi o kiliseye. Dağın başında bir kilise. Bembeyaz duvarlarla çevirmişler etrafını. Kapıyı çaldık. Yaşlı bir kadın geldi, açtı kapıyı. Bu kadın, papazın bakıcısıymış. Ona hemen fotoğrafı gösterip, isimleri saydık ve bu üç kardeşi aradığımızı söyledik. “Biraz bekleyin, gözlüğümü alıp geleyim” dedi. Kilisenin bahçeli avlusuna girmiştik. Bu avlunun etrafında, tek kapılı, tek pencereli, tek odalı kulübeler vardı. Bu kulübeler yan yana bitişik bir biçimde yapılmıştı. Sonradan öğrendik ki, oraya gelen muhacirler bu kulübelerde barınırmış geçici olarak. Kadın gözlüğünü aldı geldi tekrar yanımıza. Kadın gözlüğünü taktı ve fotoğrafa baktı ve sevinçli bir şekilde “anam, bunlar Yeran ile Aren” dedi, tanıdı. Biz çok sevindik. Kegham, şoförü gönderdi. Kadın aldı bizi papazın yanına götürdü. Ona anlattı derdimizi. “Bunlar Almanya’dan Arenlere gelmişler, oraya götürür müsün arabanla?” dedi. Uzak değilmiş zaten. Papaz “tabi götürürüm” dedi. Papaz Ermenistan’dan daha yeni gelmiş. Elinde bir fotoğraf filmi var, “benimde sizden bir ricam var, bunu Almanya’da tabettirir, bana yollar mısınız? Almanya’da bu işi daha iyi yapıyorlarmış” dedi. “Tabi yaparız” dedik, Almanya’ya döndüğümüzde fotoğrafları yaptırdık ve posta ile Yeran’a yolladık papaza vermesi için. Yeranlara götürdü papaz bizi. Yeranların evine vardık ve zili çaldık. Pencereden kafasını uzattı bize doğru. Papaz, “Yeran aşağıya gel, misafir getirdim sana” dedi. “Kim onlar?” diye sordu Yeran. Papaz, “aşağıya gel, görürsün kim olduğunu” dedi. Papazda tam olarak bilmiyor ki kim olduğumuzu, ne desin Yeran’a? Geldi Yeran yanımıza, “hoş geldiniz, nereden geldiniz, kimsiniz?” diye sordu Yeran. Garbis, “sen tanımadın beni tabi ki. Ben senin amcanım. Almanya’dan geliyorum” dedi. Aman Yeran bir kötü oldu o an, oturdu, başladı ağlamaya. O ağlar, biz ağlar… Onunla da öyle oldu ilk buluşmamız. İki üç gün onlarda kaldık. Yeran’ın erkek kardeşi de geldi ziyaretimize. Yeran bizi çok iyi ağırladı. Hepimiz çok mutlu ayrıldık. Ondan sonra da trenle geri döndük. Aradan birkaç sene geçmişti. Oğlum Kevork Türkiye’de askerden gelmişti. Kevork’un Almanya’ya gelmesi çok zor olmuştu. Marsilya’ya bir seferde Kevorkla birlikte arabayla gitmiştik. Böylece iki kez Yeranların ve iki kez de amcamların ziyaretlerine gitmiş olduk.

 

Ermeni Okulunda Öğretmenlik Yapan Akrabam

Babamın halasının torunu vardı. Adı Toros. Onlar İstanbul Gedikpaşa’da otururlardı. Bu oğlumuz okudu, iyi bir tahsil yaptı. İstanbul’da bir okulumuzda öğretmenlik yapıyordu. Benim okuduğum zamanlar okul müdürümüz hep Ermeni olurdu. Müdür yardımcısı yoktu. Sonra bu değişti. Bu yeğenimizin çalıştığı okulumuza bir Türk müdür yardımcısı atandı. Bu müdür yardımcısı, yeğenimize diş bilemiş, ters gitmiş. Büyük iftiralarda bulunmuş. Bir sürü olaylar olmuş, bizimkilerin gözü korkmuş. Ailesi ona “sen durma git buralardan. Senin başına iş çıkaracak bu adam” demiş. Evliydi ve iki çocukları vardı. Yeğenimiz karar verip, apar topar Fransa’ya, Metz’e gelmiş.

 

Toros Metz’teki Ermenilerle ilişkiye geçmiş. İstanbul’dan gelenleri, eski tanıdıklarını bulmuş. İşleri bir türlü yolunda gitmemiş. Bir ara, İstanbul’a geri dönmeyi düşünmüş. Karısı ona “ne olursa olsun, kulübe de olsa ben gelirim, sakın geri dönme. Çocukları alıp gelmek istiyorum” demiş. Toros dönüş bileti bile almış, dönmek istiyormuş. Bir gün kahvede mektup yazarken yaşlı bir adam oturuyormuş karşısında. Onunla ahbap olmuş. Adamın ömrü Fransa’da geçmiş. Toros anlatmış derdini bu adama. Evinin olmadığını sürekli değişik arkadaşlarının evlerinde kaldığını… Yaşlı adam da Ermeni. Toros’a “bak oğlum, benim bir evim var. Karım öldü. Evimin bahçesinde bir kulübem var. O kulübede yaşamak istiyorsan, gel oraya yerleş. İşin olana kadar, kalabildiğin kadar kal orada. O kulübeyi sana veriyorum. Karını ve çocuklarını da getirip yerleşebilirsin” demiş. Tamam, olur demiş. Yaşlı adamın evine gitmişler. Bu arada belirteyim, o eve ben gittim, gördüm. O kulübeye biraz tadilat yaptırmış. Toros’a eşya vermiş. Toros orada yaşamaya başlamış. Karısına mektupla haber vermiş. İşlemlerini yapmışlar. Karısı çocuklarını alıp gelmiş. İstanbul’daki her şeylerini bırakıp Metz’e yerleşmişler. O kulübede dört sene yaşadılar. Sonra, ev sahipleri yaşlı adam hastalandı ve öldü. Ölmeden önce Toros’a evin satış işlemlerini yaptırmış. Toros ve eşi adamın hastalığı boyunca yanında oldular. Adam yatağa düşmüş ve kimsesi yok. Bizim gelin bakmış ona. Toros ve eşinin iki erkek çocuğu var. Yaşlı adam hayattayken bu iki çocuğu çok severmiş. Çocuklar cıvıl cıvıl, son günlerinde neşe getirmiş adamın hayatına bu aile. Evi satın aldıktan sonra kulübeyi biraz daha büyütüp yenilediler. Sonra da burayı kiraya verdiler.

 

Toros Metz’e gelince kendi mesleğini sürdüremedi. Öğretmenlik yapamadı. Bir manav dükkanında çalışmaya başladı. Başlayış o başlayış. Dükkânın sahibi öldü. Karısı işletiyor. Toros halen o dükkânda çalışmaya devam ediyor. Her sene ocak ayında bize gelirler, birkaç gün kalıp dönerler. Düzenli görüşürüz onlarla.

 

 

Lusine ile yaptığım söyleşi sırasında, 6-7 Eylül pogromunu diğer aile bireylerinin nasıl yaşadıklarını merak etmiştim. 6-7 Eylül’ü bir de Lusine’nin kız kardeşi Mari’nin perspektifinden dinlemek istemiştim ve Mari’de beni kırmayarak yaşadıklarını anlatmıştı bana. Buradan sonrasını Mari’den dinleyelim.

 

“Biz çok korkmuştuk. Ablam anlatmıştır sana Ali Bey ve Dursun Abinin evimizin önünde biri elinde tabancası, diğeri de balta ile nasıl nöbet tuttuklarını. Onların bu kararlı duruşu sayesinde bizim eve saldıramamıştı o kalabalık güruh. Kalabalık dağıldıktan sonra kapının önünde nöbet tutan Ali Bey yukarı çıkarak bizim eve geldi ve anneme bir düdük verdi. Ona her hangi bir tehlike durumunda arka arkaya üç kez düdüğü sesli bir şekilde çalmasını tembihledi. ‘Ben düdük sesini duyarsam hemen gelirim yanınıza’ demişti. Neyse ki o düdüğü kullanmak zorunda kalmadık.

 

Dursun Abi’nin babasını da tanırdık. Bizlere ve mahallenin diğer Ermeni komşularına “sizi bir gün kılıçtan geçireceğim. Bitiremedik sizin kökünüzü!” derdi sürekli. İçi nefret dolu bir insandı. Dursun Abi bizi her zaman koruyup kollarken, babası bizi ilk fırsatta öldürmeye hazır biriydi. Böyle bir babadan böyle bir oğul olmuştu. Ne büyük bir çelişkiydi. Dünyada Dursun Abi’nin babası gibi insanlar varsa, oğlu Dursun Abi gibi insanlar da vardı.

 

1955 ile ilgili aklımda daha başka anılarda kaldı. Mesela, kalabalıklar ortalığı yıkıp talan ederek bizim oraya doğru ilerlerken telaşla evde bayrak aramaya başlamıştık. Bayrak bulamadığımızdan, evde kırmızı bir kumaşın üzerine beyaz ketenden kestiğimiz ay ve yıldız formlarını dikip pencereden dışarıya sallandırmıştık.

 

Diğer aklıma gelen bir olayda, babamın yanında çalışan işçiler ile ilgiliydi. Babam inşaat ustasıydı. Yanında çalıştırdığı müslüman işçileri vardı. Yanında çalıştırdığı işçiler için yeni yapılan evimizin bir odasını tahsis etmişti. İşçiler bu odada yatarlardı. 6-7 Eylülün hemen sonrasındaki günlerden bir gün evimize polis geldi. Biz polisleri görünce çok korkmuştuk. Çok tedirgindik. Daha yeni bir faciadan kurtulmuştuk. Babam konuştu polislerle. Polisler, ‘korkulacak bir şey yok. Sizin evinizde kalan işçilerle ilgili bir ihbar aldık. Kaldıkları odada arama yapacağız’ dediler. Odaya girdiler. Birde baktık ki ne görelim! Bizim işçiler yağmaya katılmışlar. Yattıkları yatakların altlarını yağmaladıkları eşyalarla doldurmuşlar. Bizim bundan hiç haberimiz olmamıştı. Polisler işçileri ve yağmaladıkları eşyaları alıp götürdüler. O olaydan sonra artık babam yanında sadece alevi işçileri çalıştırdı.”

 

Bu hikâyenin sonuna Lusine ve Mari ile dinlemekten usanmayacağımız Ermenice bir ezgiyi, Sari Gyalin'i eklemek istiyorum. Gelin, şimdi gözlerinizi kapatın bu ezgiyi dinlerken, içinize sindirin iyice... Unutun bildiğiniz her şeyi, dünyayı unutun... Sözlerini anlamasanızda, sonra anlayacağınız dile çevirtin internet ortamında... Knar Grubu'nun  sevgili Sezar'ının o sihirli ve matemli sesine bırakın kendinizi... Dünya dili, müzik dili ile, vicdan dili ile dinleyin...

 

Mesut Ethem Kavalli