Beşinci Hikâye

ARTİN'İN HİKÂYESİ

İkinci Bölüm


Elâzığ’daki Anılarım

Elazığ’dayken Yerih Mamo’nun evinde kaldığımızı anlatmıştım daha önce. Onun evinden çıktıktan sonra, Naim Bey Mahallesindeki Fahri’nin evine kiracı olarak yerleştik. Fahri tüccardı. İki katlı bir evi vardı. Elâzığ jandarma komutanlığının yanındaydı. Alt katta biz, üst katta da onlar oturuyorlardı. Fahri’nin benim yaşlarımda Şefika adlı bir kızı vardı. Biz Şefika ile beraber oynardık. Daha sonra Fahri’nin bir oğlu doğdu. Fahri’nin akrabaları köyde kalıyorlardı. Şehirdeki evde Fahri, karısı, Şefika ve yeni doğan bebekleri olmak üzere dört kişi yaşıyorlardı. Fahri’nin bir akşam işi çıktı. Gitmesi gerekiyordu. Karısı daha lohusaydı. Şefika bizdeydi. Aynı yaşta çocuktuk, oynuyorduk. Fahri bize geldi, “Baydzar abla, benim işim var, gitmem lazım. Emine’nin yanına çıkıp yanında durabilir misiniz? Kimse yok yanında. Bebekle yalnız tek başına kalmasın” dedi. Biz hep birlikte yukarı çıktık. Mamam, Verkin yayam, Baydzar abla, Şefika, Emine ve Şefika’nın yeni dünyaya gelen erkek kardeşi. Kadın bebeğini emziriyordu. Aniden eyvah diye çığlık attı. O çığlığın ardından felç oldu kadın. Malatya’da Abdul Vahap ziyareti vardı. Çevredeki komşular Fahri’ye karısı Emine’yi bu ziyarete götürmesini önerdiler. Orada iyileşirmiş sözde. Hacı hoca hurafe işleri işte bunlar.… Fahri, Verkin yayama rica etti, kendileri ile gelmesi için. Verkin yayam “olur tabi gelirim” dedi. Fahri, karısı Emine, yeni doğan bebeği, kızı Şefika, Verkin yayam ve ben Abdul Vahap ziyaretine gitmek için çıktık Malatya’ya doğru yola. Bu ziyarete giderken birçok köyden geçtik. Fırat’ın bazı kollarından yer yer kelekle nehri geçtik. Nehri kelekle geçerken yayamı bir korku basmıştı. Sürekli “şimdi başımıza bir iş gelse, ben bu çocuğu niye aldım yanıma” diyerek kendine kızıyor ve ağlıyordu. Abdul Vahap Türbesi sadece bir türbeden ibaret değildi. Birçok türbe vardı. Bu türbelerin hepsini gezmeleri gerekiyordu. Bizler gittiğimiz yerlerde evlerde yatıp kalkıyorduk. Fahri ve Emine ise ziyaretlerde kalıyorlardı. Bu şekilde epey bir yeri gezdik ve sonunda tekrar Elazığ’a geri geldik. Hepsi boşunaydı. Emine iyileşmedi. Abdul Vahap’ın bir faydası olmadı.

 

Babamdan dinlediğim bir türbe-şeyh hikayesini aktarayım. Bir zamanlar, bir diyarda yaşayan bir şeyh varmış. Bir de şeyhin yardımcısı bir adam. Şeyh bir gün yanında çalışan yardımcısı adama çok kızmış ve yanına bir yaşlı eşek vererek kovmuş onu mekânından. Şeyhin yardımcısı bu eşeği alıp oradan ayrılmış. Uzun bir yolculuktan sonra artık eşek daha fazla dayanamamış ve ölmüş. Adamın yapabileceği hiçbir şey yokmuş. Yolun kenarına büyükçe bir çukur kazmış ve eşeği bu çukura gömmüş. Ardından bu çukurun başında oturup başlamış ağlamaya. Yakınlardaki köylüler merak etmişler ve mezarın kenarında ağlayan adamın yanına gelmişler. Köylülerin “ne oldu birader, neden ağlarsın böyle” sorusuna, “şeyhim öldü efendiler, benim koca şeyhim öldü! Ben şimdi ne yaparım? Nere giderim?” diye sızlanmaya devam etmiş. Bunun üzerine oranın yakınındaki köylüler bir araya gelip, eşeğin gömüldüğü yere bir türbe yapmışlar. Şeyhin yardımcısına ev yapmışlar. Ardından herkes hediyeler getirmeye başlamış. Bizim şeyhin kovulan yardımcısı olmuş oranın yeni şeyhi! Namı uzak diyarlara, ta adamın şeyhine kadar ulaşmış. Bir gün yardımcısını kovan şeyh merak etmiş bu yeni şeyhi. “Kimdir? Nedir necidir bir tanıyayım bu şeyhi” demiş. Yanına gitmek ve tebrik etmek istemiş. Şeyhin yanına gitmiş ve bir de bakmış ki bu yeni şeyh, kendi kovduğu yardımcısından başkası değil! Şeyh, eski yardımcısına “bu ne ulan?” diye çıkışmış. Yeni şeyh, “hoca, senin verdiğin eşek buraya kadar gelebildi ve burada öldü. Onu buraya gömdüm. Beni mezarının başında ağlarken gören köylüler inşa etti bu türbeyi” demiş. Bunun üzerine şeyh basmış kahkahayı ve eski yardımcısına “bunun babası da bizim oradaki türbede gömülü yatar” demiş…

 

Dönelim Fahri ve Emine’nin hikayesine. Türbe ziyaretlerinin hiçbir faydasını görmeyen Emine’yi kocası Fahri köye göndermeye karar vermiş. Köyün doğal ortamı iyi gelir diye düşünmüş. Emine, yanında küçük bebeği ve Şefika ile birlikte köye gitti. Küçük bebek köyde öldü. Fahri iri yarı, genç aslan gibi bir adamdı. Buna rağmen bebeğin ardından Fahri de öldü. Ardından Şefika öldü. En son Emine öldü. Dört kişilik bir aile, ardı ardına kısa aralıklarla birer birer öldüler. O ocak ta öyle söndü bitti gitti…

 

Babam Elazığ’da tabakhanede günlük 2,5 yevmiyeye çalışmaya devam ediyordu. Antep’ten gelen Nuri ve iki ortağı ipekçilerin binasını kiralayıp orada dokuma tezgâhları kurmuşlardı o zamanlar. Oskivart isimli bir komşumuz vardı. Buğday meydanında buğday elerdi. Antepli dokuma işi yapacak olan adamlar ona sormuşlar dokumadan anlayan birileri var mı diye. Oskivart bize dokuma işi ile ilgili haberi verdi. Mamam jakar dokurdu. Yayam dokuma sarardı. Baydzar abla masura sarardı. Biz bir ara Enna Has’ın evinde kaldık kısa bir süre. Daha sonra Rüstem Paşa mahallesinde Ergin Caddesine taşındık. Mamam, yayam ve Baydzar abla bu dokuma atölyesinde dokuma öğretmeni olarak çalışmaya başladılar. Sene 1942’iydi.

 

Benim nüfusum yoktu o sıralar. Mamam beni okula yazdırmak istiyordu. Okula yazılabilmem için nüfusumun çıkarılması gerekiyordu. Babam bunun taraftarı değildi. Çünkü babam bakaya kalmıştı. Mamamın inisiyatifiyle bana nüfus çıkarıldı. Odun Meydanı, Ergin Caddesinde oturduğumuz evin sahibi emniyet müfettişi Mehmet Bey’in yardımıyla benim nüfusum çıkarıldı. Benim nüfusumun çıkarılmasının hemen ardından babamı askere aldılar. Mehmet Bey’in kız kardeşi tefçi Nadire’ydi. Nadire’nin kocası ise askerlik şubesi müdürü, Binbaşı Hilmi’ydi. Hilmi, babamı Elâzığ askeri hastanesine yerleştirdi. Babam 1942’de askere gitti ve 1945’te terhis oldu. Babam, eve geldiği bir seferinde “vali mi olacak nüfusu çıktı da!” diye bizimkilere epeyce bir kızmıştı benim nüfusa yazılmama. Babam iyi bir yere düşmüştü. Sabah gidiyor, akşam eve geri geliyordu. Aynı bir subay gibi. Bu üç buçuk dört sene devam etti. Babam başkasının yerine nöbet tutuyordu. Bu sayede her gün bir tahin gönderiyordu bize. Tahini bizimkiler çalıştıkları dokuma atölyesine götürür, oradaki kadınlarla paylaşırlardı. Hilmi Bey bizimkilere “Baydzar abla, kıtlık olacak, paranız varsa ben size buğday getirteyim” demiş. Sene 1942-43’tü. Evimizin kadınları dokuma atölyesinde çalışıyorlardı ve durumları iyiydi. Şıntır köyünden iki sivil polisin eşliğinde iki at arabası dolusu çuvallarla buğday geldi bize. Ekmek karne ile alınırdı o zaman. Bizde buğday ve un fazlasıyla vardı. Bu nedenden bizim ekmek karnemizi, hane nüfusu çok olan bir tanıdık aileye vermiştik. Onların çocukları çoktu. İstanbul’daki Karniğ Kavurmacı’sının ailesinden bahsediyordum. Babalarının adı Sarkis’ti. Akraba gibi yakındık onlarla. 

 

Ben 8 yaşındayken Baydzar abla hastalandı. Çok dindar bir kadındı. “Allah’ım, üç gün yatak, dördüncü gün toprak” diye sürekli dua ederdi. İstediği gerçekleşti. Pazartesi hastalandı ve cuma günü öldü.

 

Elazığ’da benim çocukluğumda açık kilisemiz yoktu. Odun meydanın aşağısında Kırmızı Kilise vardı. Ama bu kilise de kapalıydı. Burası daha sonra düğün salonu yapıldı. Süryani kilisesi vardı. Harput yönünden Elazığ’a girerken tımarhanenin alt tarafındadır kilise. Biz bu kiliseye giderdik. Bizim çocukların vaftizlerini, gençlerin nikahlarını ve cenaze törenlerini Süryani papazlar yönetirdi.

 

Bizim ailede ben doğduktan sonra doğan çocuklar yaşamıyordu. Benden sonra Lusin doğdu, Lusin’den sonra Serop, Kevork doğdu ama bunların hepsi en fazla 6 ay yaşayabildiler. 1943 yılında kardeşim Hampar doğduğunda babam askerdi. Babamın asker arkadaşı Hovsep Cangül, “Agop Can, çocuğun gınkhayrı[1] ben olayım” demiş.

 

Ben Süryani kilisesinde şabik[2] giyerdim, mum tutardım küçükken. Nırşagları[3] ben pişirirdim sabahları erkenden. Aklımda biraz kalmış; “Roba roba rohakaga, dışamba. Moşe yuto Kadişo…” diye giderdi. “Kadişo” Süryanice Allah demektir. Biraz Süryanice öğrenmiştim o zamanlar. Abuna[4] bizim çocukların erkenden öldüğünü biliyordu. Bizimkilere “bir daha çocuğunuz olursa hatırlatın bana. Bir dua var. Çocuk ölümlerine karşı iyi bir duadır bu dua. Ben o duayı okurum, çocuğunuz ölmez, yaşar” demişti. Gınkhayr Hovsep, İstanbul’dan kolilerle patiklerin, elbiselerin olduğu Gunuk[5] kutuları getirtmişti. Bu kolileri Hovsep’in İstanbul’da yaşayan anne ve babası hazırlayıp göndermişti. Evde çok güzel gunuk yapmıştık, davet vermiştik. Hampar’ın da böyle bir hikâyesi vardır. Hampar’ın gınkhayrı Hovsep Cangül, 6-7 Eylül 1955’ten sonra Kanada’ya göçtü ve orada da öldü… 

 

Bizim evin kadınlarının çalıştığı dokuma atölyesi bir zaman sonra kapandı. Ailenin kadınları işsiz kaldılar. Artık durumumuz sefil bir hal almıştı. Yayam memurlara çamaşır yıkamaya gitmeye başladı. Atölyeye yakın olan Ergin Caddesindeki oturduğumuz evden Tuncer Sokağa taşındık. Yeni evimiz bir oda ve bir mutfaktan ibaretti. Ben dördüncü sınıfa kadar okuyabildim. Okulu bıraktıktan sonra 13 yaşındayken bir kamyon tamirhanesinde çırak olarak çalışmaya başladım. İşe başlamadan önce haftalık 1 lira vereceklerini söylemişlerdi. Dediklerini yapmadılar. İşe başladıktan sonra ancak iki haftada bir 1 lira alabiliyordum. Yanı sıra tamirhaneye gelen müşterilerden bahşiş verenler oluyordu. 15 yaşıma kadar bu tamirhanede çalıştım. O zamanlar çok kamyon vardı. Dağdan çıkarılan bakır madenini fabrikaya taşırlardı kamyonlarla. Bir gün sağdan direksiyonlu İngiliz Fordson kamyonu ile Beypazarı’lı bir adam geldi tamirhaneye. Muavin arıyormuş. Ustalarıma hiçbir şey söylemeden hemen babama söyledim. Bu adamın yanında kamyonda muavin olarak çalışmak istiyordum. Babam, “bir bakalım, göreyim adamı” dedi. Babam geldi adamla konuştu. Kamyon şoförü iyi bir insandı. Kamyon ona ait değildi. O, şoförlük yapıyordu. Kamyonun sahibi o zamanlar Sirkeci’de İpek Otelinin sahibi olan bir adamdı. Babam kamyon şoförüne güvendi. “Zaten uzun bir yere gitmiyorlar. Madenle fabrika arası. Madende Hay (Ermeni) çocuklar da çalışıyordu. Bize de çok uzak değil” diye düşünerek çalışmama izin verdi. Böylece muavin olarak çalışmaya başladım. Kamyonla Elazığ’daki bakır madeninden madeni yükleyip fabrikaya götürüyorduk. Fordson kamyonun motoru çok zayıftı, çekmiyordu. Ben madeni almaya gittiğimizde kamyonun içinde yatardım. Şoförlerin kaldığı yerler vardı. Onlar orada kalırdı. Benim yemeğimi getirir, kendi diğer şoförlerin yanına giderdi benim patron. Dağın başı. İn cin yok! Hayr Mer[6] okur uyurdum o dağ başında arabanın içinde.

 

Bir gün kamyonun şoförü İstanbul’a gidecekti ve bana da gelmek isteyip istemediğini sordu. Ben hemen kabul ettim. 15 yaşımdaydım. Önce Antep’e gidecektik. Oradan alacağımız yükü Ankara’ya götürecektik. Yola çıktık. İkimizin de parası yoktu. Yol boyu yolcu da alıyorduk. O yolculardan aldığımız para ile yakıt alıyorduk. Yokuş aşağı yerlerde motoru çalıştırmadan vitesi boşa alarak ilerliyorduk. Mevsim yazdı. Haziran ayı. Bu şekilde Diyarbakır’a geldik. Diyarbakır’dan Urfa’ya geçtik. Urfa Siverek’te nehri kayıkla geçerek Antep’e vardık. Antep’te İstanbul’a götüreceğimiz pekmezi yükletip çıktık yola. Yine yol boyu yolcu almaya devam ediyorduk. Yakıt ve yemek paramızı böyle temin ediyorduk. Sene 1949’da oluyordu bunlar. Tam Kayseri’ye yaklaşmıştık ki kamyon, tren yolunun yanında devrildi! Kamyonun kasasında bulunan pekmezlerin üstünde oturanların ayakları kırıldı. Ben şoför muavinindeydim. Kabinin içinde arka sırada da koltuk vardı. O koltuklarda da yolcular vardı. Onlara ve bize bir şey olmadı. Sadece kasadakiler yaralandı. Onları hastaneye götürdüler. Kamyon yeniden düzeltildi. Pekmezler fazla zarar görmemişti. Biz kısa bir zaman sonra patronum ile Ankara’ya doğru yola çıktık. Ankara’da yükü yıktıktan sonra patronum nakliye parasını aldı. Ankara’dan yola çıktık. Adapazarı’na gelmeden yolda bir yolcu aldık. Adam üçkağıtçının biriydi. Biraz ilerledikten sonra bir kadın ve bir erkek yolcu daha aldık. Adapazarı yakınlarında yol kenarında mola verdik. Yolcular ve patron içki almışlar alem yapıyorlardı. Polis geldi kamyonun yanına ve kamyonu bağladı. Kamyonu Adapazarı’na getirdiler. Bu arada patronum İstanbul’daki kamyon sahibi ile haberleşmiş. Kamyonu Adapazarı’nda satmaya karar vermişler. Kamyon o zamanın parası ile 5000 liraya satıldı. Patron parayı aldı İstanbul’a gitti. Ben kaldım orada yapayalnız. Kamyon, han ya da garaj gibi bir yerdeydi ve ben artık kamyonda yatıp kalkıyordum. Daha sonra ben kamyonun yeni sahibinin yanında kalmaya başladım. Hem kamyonda çalışıyor, muavinlik yapıyordum ve hem de kamyonun sahibinin evinde kalıyordum. Adapazarı’ndan bazen Ankara’ya, bazen de İstanbul’a mal götürüp getiriyorduk. İki ay çalıştım onların yanında…

İstanbul’a Yerleşmem

Ben dışarıda Arif olarak bilinirdim. Tamircide çalışırken de kamyonda da kullandığım isim Arif’ti. Bir kamyon kazası olmuş ve gazetelerde haberi çıkmış. Bu kazada adı Arif olan bir muavin ölmüş. Bizimkiler bu haberi öğrenmişler ve benim öldüğümü sanmışlar. Yas tutmaya başlamışlar. Benden de haber alamıyorlardı. Ben ara sıra mektup yolluyordum ama ellerine geçene kadar bir süre geçiyordu aradan. Benden haber alamayınca yayam kardeşim Hamparı’ı yanına alıp 1949 yılının temmuz ayında İstanbul’a, Varsen’in kardeşi Suren’in yanına gelmiş. Muavinlik yaptığım kamyonla Adapazarı’ndan İstanbul’a karpuz getirmiştik. Kamyonda muavin olarak çalışıyordum ama para filan almazdım. Karın tokluğuna çalışırdım. Surenler Gedikpaşa’da oturuyorlardı. Ben daha önceki mektuplaşmalardan adreslerini tam olarak biliyordum. Yükü indirdikten sonra Kadıköy’de sordum birilerine Gedikpaşa’ya nasıl gideceğimi. Gideceğim adres Teyyareci Kemal Sokak, No 6. Gedikpaşa’ydı. Genç bir adam tarif etti yolu bana. “Buradan köprüye kadar gidersin. Sirkeci’de trene bin. Kumkapı’da in trenden. Oradan yukarıya Gedikpaşa’ya çıkarsın” dedi. Dediği gibi yaptım. Kolay buldum adresi. Eve girer girmez Hampar koşarak geldi sarıldı bana. Yayam da çok sevinmişti beni sağ olarak karşısında gördüğüne. Yayam daha sonra Civci Avedis’in, Şarapnel Sokak 17 numaradaki evinin bir odasını tuttu. Buraya yerleştik. Hisardibi’nde dokuma atölyesinde masura sarmaya başladı yayam. Hampar’ı gınkhayrı Hovsep, Bezciyan Okuluna kayıt ettirmişti. O da Mangabardez’e[7] başlamıştı. Mamamlar da 1949’un Eylül ayında geldiler İstanbul’a. Ben kamyonla tekrar Adapazarı’na dönmüş, muavinliğe devam ediyordum. Daha sonra bana bir mektup geldi. Mektupta “anneannen çok hasta, acil İstanbul’a gel” yazıyordu. Kamyon İstanbul’a patates ve soğan getirdi. Adapazarı’nın patatesi ve soğanı çok güzel olurdu o zamanlar. Patronum İstanbul’a geldiğimizde bana son olarak biraz para, bir çuval patates ve soğan verdi. At arabasına yükleyip yayamların yanına geldim. Hovsep’in babasının Armenak Yeşirvan isimli bir arkadaşı vardı. Mezeciydi kendisi. Çuhacı Han’da kendi meze dükkânı vardı. Babür sokakta otururdu. Armenak Yeşirvan, Elhamra Pasajında diş imalathanesi olan Agop Sarıyan’ı tanıyordu ve ben onun aracılığıyla bu diş imalathanesinde çırak olarak çalışmaya başladım. Bu işi bana Armenak Yeşirvan bulmuştu. Elhamra Pasajı, Beyoğlu’nda, Sent Antuan Kilisesinin karşısındadır. Armenak, Agop Sarıyan’ın annesinin akrabasıydı aynı zamanda. Armenak beni aldı Agop Sarıyan’ın hem muayenehane hem de ev olarak kullandığı binaya götürdü. Agop Sarıyan’ın maması evdeydi. İçeri girdik. Maması ile tanıştık, konuştuk. “Gel hemen başla sen işe” dediler bana. Biz o zaman Kumkapı’ya yerleşmiştik. Her gün oradan buraya git gel zor olacak diye ilk zamanlar ben yatağımı da aldım yerleştim Elhamra Pasajı’ındaki işyerime. Kısa bir zaman sonra sonra bu işimin yanında sabahları erkenden kalkarak gazete satmaya başladım. Yüz tane gazete satıyordum. Sabahları erkenden Cağaloğlu’ndan alıyordum satacağım gazeteleri o zamanlar.

 

İkinci Bölümün Sonu. Üçüncü ve son bölümde buluşmak üzere...
Mesut Ethem Kavalli


[1] Vaftiz Babası

[2] Kilise görevlisinin giydiği kıyafet

[3] Kilisede pişirilen yuvarlak ekmek

[4] Süryani Papazı

[5] Vaftiz

[6] Ermenice “Babamız” duası.

[7] Ermenice “Anaokulu/Kreş”