Beşinci Hikâye
Üçüncü Bölüm
6-7 Eylül 1955 TANIKLIĞIM
6 Eylül 1955 günü Elhamra Pasajı’ndaki diş deposundaki işimi bitirmiş, eve doğru yola çıkmıştım. Dışarı çıkar çıkmaz bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkına varmıştım hemen. İstiklal Caddesi’nden Tünel istikametine doğru yürürken kalabalık bir grubun, “Kıbrıs Türk’tür” sloganları atarak yukarı doğru ilerlediklerini gördüm. Devam etmenin iyi bir fikir olmadığını düşünerek, tekrar geldiğim istikamete doğru yönümü değiştirdim. Elhamra Pasajı’na geri döndüm. Pasajdaki patronum Agop Sarıyan’ın evine geldim. Evde Agop’un babası Armenak Sarıyan ve annesi Digin[1] Sofi vardı. Üçüncü katta bulunan balkona çıktık üçümüz birlikte. Bir grup geldi ve Sent Antuan Kilisesine girmeyi denedi. Kilisenin içerisine giremediler. Kilise bahçesinden hemen geri çevrildiler polis tarafından. Orası Katoliklerin kilisesi olduğundan, Vatikan’la sorun yaşamak istemediler galiba. Sent Antuan’ı polis koruma altına almıştı. Balkondan o kalabalık insan topluluğunun dükkânlara girip, top top kumaşları nasıl dışarı çıkardıklarına, bir bölümünü sokağa fırlatıp, bir bölümünü koltuklarının altında götürdüklerine tanık oluyordum. Bazı subaylar da gelmişti yanlarında modern görünümlü kadınlarla birlikte. Bu kadınlar da talana katılıyorlardı. Önce dükkânların kapılarını, camlarını kırıyor, sonra dükkânlara hücum ediyorlardı. Karşımızda uçak bileti satan bir Yahudi esnafın dükkânı vardı. Bu Yahudi esnaf, dükkânını zamanında kapatabilmişti. Fakat kalabalığın içinde kalıvermişti. Heyecanla eline geçirdiği bayrağı sallamaya başladı. Bir yandan da “Kıbrıs Türk’tür!” sloganları atmaya başladı. Fakat çok kısa bir süre sonra kalabalık güruh onun Türkçe şivesinden Türk olmadığını anladılar ve sopalarla başladılar vurmaya adamcağıza. Canını zor kurtardı ve kaçabildi bu Yahudi. Aslı Sinemasının yanında meşhur Frangoli Kuyumcusu vardı. Bu dükkânı talan etmişler, altınları çalmışlar. Talana bir Hay (Ermeni) çocukta katılmış. Kuyumcuyu soyan gruptakiler, bu çocuktan şüphelenmişler. Bu Türk değil demişler. Çocuğun donunu indirtmişler aşağıya. Tabi çocuk sünnetsiz. Onun elindeki altınları alıp kovalamışlar bu çocuğu... Bazı dükkânlarda para kasaları bulmuşlar talancılar. Bu kasaları dükkânın içinde açamayınca, sırtlanıp yolun ortasına taşıdılar. Ben böyle iki para kasasını yola kadar taşıdıktan sonra o kasaları oksijen kaynağıyla kestiklerini gördüm. Hanları talan ederken bazı hanların kapılarını kırarak açamadıklarında, çilingir getirip kapıları açtırıyorlardı. Bütün bunlar yaşanırken polisler tüm olanları kenardan izliyor, herhangi bir müdahalede bulunmuyorlardı. Gece yarısına doğru, polisler emir almış olmaları gerekir ki, kalabalığı dağıtmaya başladılar... Biz Kumkapı’da oturduğumuzdan, gece eve gidememiş, patronumun evinde kalmıştım. Bizimkiler merak etmesin diye telefon edip, haber vermiştik onlara. Kilisenin zangocunu[2] aramıştık. Kiliseye çok yakın bir mesafede oturduğumuzdan zangoç bizim eve gidip benim telefon ettiğimi, iyi olduğumu haber vermişti...
Tanıdıklarımın anlattığı bir olayı anlatayım. İstanbul Valisi, yanında, Beyoğlu Komiseri ile birlikte, Fransız Konsolosluğu’nun karşısındaki Rum Kilisesine gelmiş 7 Eylül sabahı. Bunlar oraya geldiklerinde, kilesinin bahçesinde zangoçun ayağından ağaca asılı bir şekilde olduğu bir manzara ile karşılaşmışlar. Vali, zangoça sormuş: “bunu sana kim yaptı?” diye. Zangoç korkmuş, ne söylesin valiye? Cevap vermemiş. Vali bunun üzerine sesini daha da yükselterek, “söylesene oğlum! Korkma, söyle bana” demiş. Bunun üzerine zangoç, valinin yanındaki komiseri işaret ederek, “bu yaptırdı efendim” demiş. Vali ne yapmış veya komiser bir soruşturmaya uğramış mı bilmiyorum...
7 Eylül sabahı sokağa çıktığımda karşılaştığım manzara korkunçtu. Dükkânların, mağazaların camları kırılmış, içerideki bütün eşyalar sokaklara dağıtılmıştı. Sokaklardaki kumaşlar, elbiseler, ayakkabılardan arabalar geçemiyordu. Kumaşlar, arabaların tekerleklerine sarılıyordu. Ben sabah Elhamra Pasajından Tünel istikametine doğru yürüdüm. Tünel’e yakın bir yerde ters çevrilmiş ve tekerleri sökülmüş bir araba gördüm... Akşam Kumkapı’ya evimize geldim. Rum Kilisesinin kampanasının söküldüğünü gördüm. Kampanayı arabanın arkasına bağlamışlar, bir aşağıya bir yukarıya doğru sürüklüyorlardı. Rum evlerinin pencerelerinden atılan piyanoları gördüm Kumkapı’da. Sonradan öğrendim ki, bizim patrikhaneyi Makbule kurtarmış. Mahallede deli derlerdi ona. Makbule, evli üç çocuğu olan çok cesur bir kadındı. Patrikhanedekilere, “siz içeri girin” demiş. Bir ip çekmiş yolun bir tarafından diğer tarafına kadar. İpe bayrak asmış. Bir tüfek almış eline, çekmiş altına bir sandalye oturmuş patrikhanenin kapısının önünde. Birkaç sefer havaya ateş açarak olası tehlikeyi savuşturmuş. Ve bu şekilde sabaha kadar nöbet tutmuş, bırakmamış kimseyi patrikhaneden içeriye. İşte deli dedikleri bu vicdanlı ve cesur kadın böyle bir kararlılıkla korumuş patrikhaneyi… Bizim evimizde bir hasar yoktu. Sadece kalabalıklar sokakta belirmeye başlayınca kardeşim Hampar koşarak eve gelmiş. Daha çocuktu. Hatta korku ve heyecandan ayakkabılarını da sokakta bırakmış, yalınayak koşarak eve zor yetişmiş...
Bu olaylardan birkaç gün sonra askere gittim. Jandarma olarak Mardin’e çıkmıştı askerliğim. Mardin’de askerliğim sırasında, Diyarbakır’a götürülecek askerleri götürüp geri getirme görevi verildi bana. Böylece Mardin’den Diyarbakır’a yolculuklarım başladı. Diyarbakır’da bir göz doktoru vardı. Ondan gözlerimde sorun olduğuna dair bir rapor aldım. Bu şekilde iki buçuk yıl jandarma askerlik yerine iki yıl piyade er olarak yaptım askerliği. Daha sonra Siirt’te devam etti askerliğim.
İstanbul’dan Mardin’e trenle gitmiştim. Mardin’e tren ile yolculuk yaptığınız zaman tren yolu güzergahının bir bölümü Suriye sınırları içerisinden geçerdi o yıllarda. Daha sonraları Türkiye sınırları içerisinden geçen tren yolu yapıldı ve Mardin’e gitmek için Suriye’ye girme mecburiyeti kalktı ortadan. Bu tren yolculuğunun Suriye güzergahında ilginç bir olayla karşılaştım. Trende askerler vardı. Bunlar Arap askerleriydi. Makinistler ve diğer teknik görevliler Ermeni’ydi. Bu Ermeni görevliler benim Ermeni olduğumu öğrendiklerinde hemen bana sıcak yiyecekler getirmişlerdi. Aynı trenin içinde bir Ermeni kadın iki çocuğu ile birlikte yolculuk yapıyordu. Yazlıktan geliyorlardı ve Halep’e gidiyorlardı. Konuşmaya başladık. Halepliydi bu kadın. “Benim de akrabam var Halep’te” dedim. “Adı Boğos”. Kadın tanıdı tarif ettiğim akrabamı, “komşum olur kendisi” dedi. Halep’te yaşayan akrabam Boğos Hazari, Arapgirliydi ve annemin akrabasıydı. Boğos’un kayınpederi Halep’te papazdı. Boğos’lar 1915’ten sonra gitmişlerdi Halep’e. İstasyon’da indik trenden. Bu tren Suriye sınırları içerisinde sadece bir istasyonda duruyordu. Kadın, istasyon müdürünün yanına götürdü beni ve tanıştırdı. İstasyon müdürü de Ermeni’ydi. Onunla epey bir sohbet ettik, samimi olduk. Bana, “aileni al gel buraya. Sizin buraya yerleşmenize yardımcı olurum” demişti o zaman. Kendisine teşekkür ettim. Müdürün kaldığı ev aynı istasyonun içerisindeydi. Annesini çağırdı. Annesi geldi, onunla da tanıştırdı beni. Trende tanıştığım kadın istasyon müdürünün bürosundan kendisinin komşusu, benim akrabam olan Boğos’a telefon etti. Yakın bir mesafedeydi Boğos’un kaldığı yer. En fazla yarım saat sonra Boğos ailesi ile geldi istasyona. Halep’in ince kabuklu, nefis kokulu meşhur kırmızı elmalarından ve bir miktar da üzüm getirmişti benim için. Getirdiği elmalardan bavuluma yerleştirdim biraz. Bu güzel elma kokusu daha sonra bütün çamaşırlarımın içine sinmişti. Boğos ve ailesi ile bu tren istasyonunda buluşmuş olduk. Daha sonraki yıllarda Boğos İstanbul’a bizi sık sık ziyarete geldi.
Mardin’e geldikten sonra hemen teslim olmadım. 15 gün otelde kaldım teslim olmadan önce. İlyas Sezer karşıladı masraflarımı. İlyas Sezer İstanbul’daki patronum Agop Sarıyan’ın tanıdığı Süryani diş hekimiydi. İlyas, 15. günün sonunda askeriyeye götürdü ve komutana “bu bizim çocuktur” diyerek teslim etti beni. Komutan, “birkaç gün talim yapsın, eğitime katılsın. Daha sonra ben onu revire alırım” dedi. İlyas Sezer orada çok tanınan biriydi. Bütün askerler onda yaptırırlardı dişlerini. İlyas Sezer Mardin’de beni evine yemeğe götürürdü. Eşinin bir rahatsızlığı vardı ve düzenli olarak iğne vurulurdu. Onun iğnelerini ben vururdum.
Mardin’den Diyarbakır’a askeri ambülansla hasta asker götürdüğümüz bir seferinde ambülans şoförü direksiyonda uyudu. Ambülansla kayalara çarptık ve ambülans devrildi. Ben şoförün yanında yolculuk yapıyordum. Şoför çok korkmuştu. Başı büyük bir belaya girmiş, paniklemişti. Ben sakinleştirmeye çalıştım. “Korkma, bir yolunu buluruz” dedim. Daha önce söylediğim gibi çocukluğumda tamirci çıraklığı yapmıştım. Ona hangi vidaları, cıvataları sökmesi, hangilerini gevşetmesi gerektiğini tarif ettim. Şoför dediklerimi aynen yaptı. Ve böylece olay kayıtlara, “teknik bir arızadan dolayı direksiyon hakimiyetinin kontrolden çıkması sonucu meydana gelen kaza...” şeklinde geçebildi. Yoksa bütün mesuliyet, uykusuz ve yorgun bir şekilde yola çıkarılan gariban askerin sırtına yüklenecekti. Kazada hasta askerlerden bazıları yaralandı. Kolumu ani bir refleksle içeri alabildiğimden kolumun kopmasını kıl payı önleyebildim. Buna rağmen bütün kemiklerim sanki kırılmış gibi ağrıdı on beş gün boyunca. Çünkü kaza sırasında benim üzerime üç kişi ve ambülansın içerisindeki malzemeler düşmüş ve ben en altta kalmıştım. Şansımıza bu kazada ölen olmadı. Hepimiz 15 gün hastanede kaldıktan sonra taburcu edildik.
Askerlik bittikten sonra tekrar döndüm İstanbul’a. El Hamra Pasajı’nda Agop Sarıyan’ın yanındaki işime devam ettim. Böylece aradan yıllar geçti ve ben sonunda kendi işyerimi açma kararı aldım. 1971 yılının mart ayında kendi dükkanımı açtım. Hacopulo Pasajında, daha önce Ara Güler’in babası Dacat Güler’in işlettiği bir dükkân vardı. Pasajın sorumlu yöneticisi Mösyö Niko’ydu. Mösyö Niko, diğer adıyla Nikola Yurla, Bulgar Rum’uydu. Mösyö Niko ile gittik beraber kira kontratını yapmak için. O dükkânı derleyip toplamak için çok masraf yaptım o zamanlar…
“Beyoğlu Diş Deposu” ismi ile açtım dükkanımı. İlk başlarda sadece diş malzemeleri satışı, plastik akrilik işler yapıyordum. Diş hekimlerine, diş teknisyenlerine malzeme satıyordum. Fakat benim hedefim sadece diş malzemelerini alıp satmak değil, satışını yaptığım ürünlerin imalatını da yapmaktı. İşyerim imalat ve satış için çok uygundu. Üst katta imalat ve alt katta satış yapacaktım. İmalatı yapabilmek için presler, kalıplar gerekiyordu. En önemlisi bu malzemeleri alabilecek bir sermayeye ihtiyaç vardı. Bir süre bu şekilde depoculuk yaparak çalıştım.
Bir zaman sonra diş kalıpları yaptırmak için İngiltere’ye sipariş verdim ve onları almak için Londra’ya gittim. Uçakla Fransa’ya, oradan otobüs ile Londra’ya gittim. Fransa’dan İngiltere’ye vapurla geçtik. Deniz çok sallamıştı bizi, hiç unutmam. Kalıpları Londra’dan Paris’e, oradan da otobüsle bavulların içerisinde Türkiye’ye getirdim. Her bir 5-6 kilo ağrılığında, 10-12 kalıp almıştım o zaman. Bu malzemelerin parasını yanımda götürme imkânım yoktu. Yurtdışına belli bir miktarın üzerinde para çıkarabilmek için aracılar vardı. Onlara büyük komisyonlar ödeyerek parayı yurtdışına çıkarmak ve malzemelerin parasını ödemek mümkündü. Bende bu yolla parayı gönderip malzemelerin parasını ödedim. İngiltere’den aldığım malzemelerin bazıları gümrüğe takıldı. Param yoktu ki gidip ödeyip alayım malzemeleri. Kadıköy gümrüğünde iki üç ay kaldı presler. Presleri hiçbir koruma önlemi almadan dışarıda depolamışlardı. Ben bu presleri gümrükten aldığımda presler çok kötü bir durumdaydı. Presleri tekrar kurtarabilmek için çok emek harcadım. Pasları temizlemek, zımparalamak ve yağlamak çok zamanımı aldı. Diş imalatı için gerekli olan hammaddeleri de ithal etmiştim. 3-ton malzeme bana iki sene kadar yetmişti. İlk başlarda fazla tanınmıyordum. Fakat kısa bir süre sonra yaptığım modeller çok beğenildi ve piyasada bilinir hale geldiler. İşlerim açıldı...
Eşimin ismi Satenik’tir. Sateniğ’i çocukluğundan beri tanırdım. Malatya’da yaşıyorlardı. Babası ve abisi marangozdu. Biz İstanbul’dan Malatya’ya kız istemeye gittik. Orada nikahlandık ve İstanbul’a döndük. Bir kızımız ve bir oğlumuz oldu. Ben çok çalışıyordum. Sabah saat beşte kalkar giderdim işime ve gece on birde geri dönerdim eve. Setanik hep camdan benim dönmemi beklerdi. Hem imalat ve hem satış yapıyordum. Sattığım malzemelerin parasını alamadığım oluyordu, dolandırıldığım oluyordu, malzemelerin çalındığı oluyordu. Bu şekilde çok para kaybettim. Setanik maalesef erken öldü. Kanser olmuştu. İlk başlarda Türkiye’de, daha sonra Fransa’da tedavi gördü. Fakat kurtaramadık onu.
Annemin babası Hampartsum dedem ve amcası Karnik 1915’te öldürülmüşler. Annemin amcası Kirkor o sırada Osmanlı Ordusunda askermiş ve hayatta kalmış. Bu olayları daha önce anlatmıştım. Annemin amcası Kirkor daha sonra Ermenistan’a göçmüş ve oraya yerleşmiş ailesi ile birlikte. Ermenistan’a gittiklerini bizimkilere bile söylememişler. Gizlice göçmüşler. Kirkor’un oğlu Aksor[3] sırasında Ağdunut’ta doğmuş. Bu yüzden ona Garip ismini vermişler. Biz İstanbul’a geldikten sonra Kirkor’un ailesi ile mektuplaşıyorduk. Garip, ailesi ile birlikte İstanbul’da bizi ziyaret etmişti…
Benim anlatacağım daha çok şey var ama bu kadarı yeter...
-SON-
Mesut Ethem Kavalli
[1] Sofi Hanım
[2] Kilise görevlisi
[3] 1915 Ermeni Soykırımını tanımlayan Ermenice terimlerden biri.